Tuesday, November 4, 2008

Geleneksel Toplumsal Cinsiyet Rolleri



Kadın ve erkek cinsinin fiziki özelliklerinin farklı olması, ilkel toplumlarda avcılık ve birlikte yaşanılan grubun tehlikelerden korunması gibi görevlerin erkekler tarafından yerine getirilmesi, kadının çocuk dünyaya getirmesi ve onu sütüyle beslemesi nedeni ile yaşanılan ortamı terk edip avlanmak, savaşmak gibi işlerin kadınlarca yapılamaması zamanla tüm toplumlarda çeşitli farklarla birlikte kadın ve erkekler için farklı cinsiyet rolleri biçilmesine ve kadın ve erkek cinsinin bu rollere uygun davranmasının beklenmesine sebep olmuştur.
Erkek kadının beslenmesi ve barınmasını, tehlikelerden korunmasını, yeni ve daha iyi yaşam alanlarını fethetmeyi, kadında erkeğinin bulup getirdiği yiyecekleri hazırlama, çocuğa bakma ve barınağın yaşanılabilir olmasının devamını sağlama(temizlik vs.) gibi görevleri üstlenmiştir.
Erkeğin üstlendiği görevler, erkeğin getirdiği yiyeceğin kendi arzusuna göre hazırlanmasını , kadın ve çocukların tehlikelerden korunabilmesi için yaşam alanını izinsiz terk etmemelerini isteyebilme ve topluluk içinde düzeni sağlamak için başkan, şef vs. olabilme,fethettiği toprakların sahibi olma gibi ayrıcalıkları beraberinde getirmiş, başlangıçta fiziki özelliklere uygun iş bölümü gibi görünen bu durum zamanla erkeğin iktidar ve konforunun devamı için, erkekler tarafından, değişen fiziki, ekonomik vs. şartlara rağmen sürdürülmeye çalışılmıştır.
Erkekler görmüştür ki, avlanmak ve fethetmek yani para kazanmak ve mülk sahibi olmak, şef olmak yani siyasi güce, toplum tarafından saygı duyulan bir statüye sahip olmak beraberinde büyük bir konfor getirmektedir. Bu nedenle kadının avlanması, şef olması günümüzde gelir getiren bir işte çalışması, siyasetle ilgilenmesi , mülk sahibi olması erkeğin konforunu büyük ölçüde sarsacaktır. Erkekler bu konforun devamı için kimi zaman dini, kimi zaman parayı kimi zaman kaba kuvveti kullanmışlardır. Tabiri caizse aslan payından vazgeçememişlerdir.
Erkeğin üstün cins olduğu ve kadınların erkeğin emrine sunulmuş varlıklar olduğu yeryüzünde hakim dinlerin pek çoğu tarafından kabul edilmiş,ancak hiçbir dinin kitabında bu açıkça yazılmamış, kadının kas kuvvetinin erkekler kadar olmayışı, kadının doğurgan olması bahane edilerek güya kadınlar lehine kurallar konulmuş, kadının kas gücünün erkeklerden az olması onun zekasının da erkeklerden az olmasına delil kabul edilmiş, güya korunması maskesi altında kadınlar tümüyle ikinci sınıf insan olarak kabul edilmişlerdir. Erkeğin soyunun devamı için kadına muhtaç olması nedeni ile kadını öldürmeyip süründürecek bir yaşam standardı kabul edilmiştir kadınlar için.
Görev dağılımı gibi görünen erkeğin dışarıda çalışıp para kazanması ve bu para ile kadın ve çocuğa yiyecek, giyecek ve barınma sağlanması daha üstün uğraşlar ve erkeğin kadına bir lütfu, kadının dünyaya çocuk getirmesi, çocuğun her türlü bakımını üstlenmesi, evinin her türlü işini yapması ise kadın olmasının zorunlu bir sonucu olarak kabul edilmiştir.
Zamanla evdeki para getirmeyen işleri yapmanın yanında dışarıda para getiren işlerde çalışmaya başlayan kadınların yükü ne yazık ki iki katına çıkmıştır.Erkekler çalışarak ailenin geçinmesine katkı sunan kadının evde sunduğu konfordan da mahrum kalmak istemediklerinden kadının dışarıda çalışması ev işlerindeki ve çocuk bakımında ki sorumluluğunu azaltmamıştır.
Kimi erkekler karısının ya da kızının asla gelir getiren bir işte çalışmasını istememekte, zira paranın güç sembolü olduğu, kadının güçlenmesi ile birlikte erkeğin konforunun bozulacağı, kadının artık kocasına babasına itaat etmeyeceğini düşünmekte, karısının çalışmasına ses çıkarmayan kimi erkeklerde ev işleri ve çocuk bakımı konusunda kadından geleneksel rolünü beklemeye devam etmektedir.
Başlangıçta sadece iş bölümü gibi ortaya çıkan cinsiyet rolleri zamanla cinslerin doğalarının bir gereği ve zorunluluk olarak kabul edilmiş, erkeğin avlanan ve fetheden olması ona güç, mülk ve statü kazandırmış, fetihler yolu ile başka toplumlarla tanışma, keşifler yapma fırsatı bulan erkekler bu kazanımlarının devamı için kadını eve, para, mülk, iktidar getirmeyen işleri yapmaya mahkum etmiş, sahip olduğu gücün ve dinin de yardımı ile kadınları da buna inandırmış veya mecbur bırakmışlardır. Kadınlar tarih boyunca bu kısır döngüye mahkum olmuş, zaman zaman bunu kırmak isteyen kadınlar olmuşsa da yaratıcının iradesine karşı geldiği gibi gerekçelerle susturulmuş ya da ortadan kaldırılmışlardır.
Tabi şunu da tespit etmek lazım ki, tarih boyunca erkeklerin tümü bilinçli saiklerle hareket etmemişler, erkeklerin de çoğunluğu erkeğin üstün cins olduğu, kadının varlık amacının erkeğin soyunu sürdürme ve onun konforunu sağlama olduğu ve bunun tanrının iradesi olduğuna inanmışlar ve pek azı bunun gerçekliğini sorgulamışlardır.
Modern toplumlarda özellikle din baskısının azaldığı Batı toplumlarında geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri sorgulanmaya başlanmış, bu ülkelerde başlayan feminist hareketlerin etkisi ile bu rollerin kadın erkek eşitsizliği temeli üzerine kurgulanmış olduğu kabul edilmiş, özellikle feminist grupların uluslar arası düzeyde örgütlenmesi ve bu örgütlerin baskısı ile Uluslar arası Sözleşmelerde tüm insanların renk, dil , din, cinsiyet ayrımı olmaksızın eşit olduğunun kabulü ile başlayan süreç bugün taraf devletlere kadına karşı hertürlü ayrımcılığın yasalar, hukuk sistemi, siyasal ve kamu yaşamı, eğitim, istihdam, sağlık, kırsal kesim, evlilik ve aile dahil olmak üzere her türlü alandan silinmesi konusunda görevler yükleyen sözleşmelerin ve protokollerin imzalanması ve taraf devletlerin değişik oranlarda bu yükümlülüklerini yerine getirmesi ile devam etmektedir.
Kimi kesimler, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinin aile ve toplumun huzuru ve devamı için zorunluluk olduğu, aksi halde toplum ve aile yapısının bozulacağı, ev idaresinde ve çocuk yetiştirmede kadın ve erkeğin kemikleşmiş roller dışında hareket etmesinin özellikle sağlıklı çocuk yetiştirmede sorunlar yaratacağı, ailelerin dağılacağı hatta “geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri “ diye adlandırdığımız davranış kalıplarının dışına çıkmanın tanrı iradesine başkaldırmak olduğu gibi gerekçelerle feminist hareketi ve bu hareketin kazanımları olan kadın erkek eşitliğinin uluslar arası sözleşmelerle tespit edilmesi ve taraf devletlere görevler yüklenmesini tepki ile karşılamakta, kadını ortaçağ karanlığına geri göndermek için mücadele vermektedirler.
“Geleneksel Toplumsal Cinsiyet Rolleri” açık bir şekilde kadın erkek eşitsizliğine dayanır. Beraberinde para, güç ve statü getiren işlerde çalışmak, karısı ve çocuklarının hatta kimi toplumlarda daha geniş bir ailenin barınma, beslenme, eğitim, sağlık vs. gereksinimlerini karşılamak, asker olup savaşmak, siyaset yapmak, ülke yönetmek erkeğin görevi ve aynı zamanda hakkı olduğundan 20. yüzyıla kadar hemen hiçbir toplumda kadınların siyaset yapmayı bırakın aktif olarak, oy kullanarak pasif olarak dahi yapmasına izin verilmemiş, birçok alanda hukuk, tıp, mühendislik, askerlik vs. kadınların eğitim almasına ve çalışmasına izin verilmemiş, çalışmalarına izin verilen dar alanda da her zaman erkeğin gerisinde yönetilen olarak daha az maaşla çalışmasına olanak verilmiştir. Neden?Çünkü çalışıp para kazanmak, ailesinin geçimini sağlamak erkeğin görevidir. Kadın çalışmasa ya da az kazansa da nasıl olsa onun babası ya da kocası ona bakacaktır. Oysa erkek çalışmalıdır ve daha çok kazanmalıdır ki, geleneksel toplumsal cinsiyet rolünü hakkıyla yerine getirebilsin. Bu mantık kadını iş yaşamından uzaklaştırmanın daha doğrusu yaklaştırmamanın, sadece görece daha az statü ve gelir getiren işlerde çalışabilmesinin, erkeklerle aynı işlerde çalıştığında ise daha az ücret almasının altında yatan sebeptir. Bu durum “Geleneksel Toplumsal Cinsiyet Rolleri”nin kadına ekonomik şiddet uygulanmasına sebep olmasını açıklamaktadır.
“Geleneksel Toplumsal Cinsiyet Rolleri” sadece kadınlar aleyhine bir durum yaratmamak ta, aslında erkeklerin omuzlarına da çok ağır bir yük yüklemektedir. Kendisi ile birlikte kimi zaman onlarca kişiden oluşan bir ailenin de her türlü ihtiyacını karşılamak erkeğin görevi olunca, erkeğin bunu başarabilmek için insanüstü bir çaba göstermesi, başaramaması yada görece başarısız olması erkeklerin ağır psikolojik travmalar geçirmesi, hatta para, güç ve iktidar için yasadışı yollara başvurması, kuvvet kullanması gibi sonuçları da beraberinde getirmektedir. Özellikle “Aile İçi Şiddet “ dediğimiz olguyu yaratan en önemli sebep diğer sebepler yanında “Geleneksel Toplumsal Cinsiyet Rolleri”dir . Tabi Aile içi Şiddeti “Geleneksel Toplumsal Cinsiyet Rolleri” nin tetiklemesi sadece bu kanaldan değil, bizzahati erkeğin üstün cins olduğu, erkeğin kadına sahip olma, hükmetme hakkı olduğu, kadının görevinin erkeğin soyunun devamını sağlamak, çocuğa bakmak ve erkeğin konforunu sağlamak olduğunun kabulü başlı başına bir şiddet sebebidir. Erkek bu rolün devamı için kadını her türlü yolu kullanarak zorlamakta, sindirmekte, baskı kurmaktadır. Az önce söylediğimiz “ekonomik şiddet “yolu ile de kadına ekonomik güç vermeyerek yada elinden alarak, fiziki, psikolojik ve cinsel şiddetten kaçmasının önü kesilmekte, kadınlar tam bir labirente hapsedilmektedir. Bu labiretten çıkışın bir yolu var, ama onu buluncaya kadar ne yazık ki birçok kadın çok ağır insan hakkları ihlalleri ile karşılaşmaktadır. Ama sevindirici olan şu ki, bu labirentten hergün biraz daha fazla kadın çıkabilmekte, çıkabilmiş kadınlar da el birliği ile labirenttekilere yardım etmekte, yol göstermektedir.

Tuesday, May 27, 2008

Soru ve Cevaplarla Aile İçi Şiddete Karşı Başvuru Yolları

1-Eşimden sürekli şiddet görüyorum, ne yapabilirim?
4320 Sayılı Yasanın korumasından yararlanabilirsiniz. Bunun için mahallenizdeki polis ya da jandarma karakoluna, ya da bulunduğunuz yerin adliyesine giderek Cumhuriyet Savcılığı’na, Aile Mahkemesi ‘ne ya da Aile Mahkemesi görevini yapan Asliye Hukuk Mahkemesi ‘ne başvurabilirsiniz. Vücudunuzda darp izi var ise Adi Tıp’tan rapor almak istediğinizi mutlaka söyleyin
2-4320 Sayılı yasa nedir, beni nasıl koruyacak?
Bu yasa “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” dur. Bu yasaya dayanarak 1. maddede belirtilen yerlere yaptığınız başvuru, Aile Mahkemesine bildirilecek, Aile Mahkemesi Hakimi;
*Eşinizin birlikte ya da ayrı yaşadığınız evden uzaklaştırılması
*Size ya da çocuklarınıza karşı şiddet uygulamaması
*Sizi telefon, mail, faks vs. iletişim araçları ile rahatsız etmemesi
*Varsa silahının alınması
*Alkol ve uyuşturucu kulanmış iken eve gelmemesi
*Bir sağlık kuruluşuna tedavi için başvurması
*Veya sizin talep edeceğiniz ve hakimin uygun göreceği başkaca bir tedbire hükmedebilecek.

3- Hükmedilen tedbirin süresi ne kadardır? Mesela eşim ne kadar süre eve gelemeyecek?
Aile Mahkemesi bu tedbirlere en fazla 6 ay için karar verir. Ancak eşiniz şiddeti tekrarlar ise yeniden koruma kararı isteyebilirsiniz.

4-Aile Mahkemesi Koruma Kararını verdikten sonra ne yapmalıyım?
Mahkeme kendiliğinden kararın bir suretini Cumhuriyet Savcılığı’ na gönderir. C. Savcılığı polis ve jandarma marifeti ile eşinizin karara uyup uymadığını denetler. Eşiniz karara uymuyor ise, örneğin eve girmeye çalışıyor, sizi telefonla tehdit ediyor vs. ise karakola yada C. Savcılığı ‘na giderek durumu bildirin.

5-Eşim karara uymaz ise ne olur?
Eşiniz verilen koruma kararına uymaz ise, Cumhuriyet Savcılığı, eşiniz hakkında Sulh Ceza Mahkemesinde dava açacak ve eşiniz 3 aydan 6 aya kadar hapis cezası ile cezalandırılacak.

6-Eşim eve gelmeyecek ise ben nasıl geçineceğim?
Koruma Kararı isterken eşinizin, siz ve çocuklarınız için nafaka ödemesine karar verilmesini isteyebilirsiniz.

7-Boşandığım eşim sürekli telefonla arayıp tehdit ediyor, kapıma geliyor. Ne yapabilirim?
Yukarıda ki maddelerde yazan her şey bu durumda da geçerli . Eşinizden boşanmış ya da ayrı yaşıyor olsanız da bu korumadan yararlanabilirsiniz.

8-Eşim değil ama kayınpederim dövüyor beni. Ne yapabilirim?
Sadece eşiniz değil, aynı çatı altında yaşadığınız, kayınpeder, kayınvalide, kayınbirader, görümce, anne, baba, kardeş, çocuğunuz, halanız, dayınız, aklınıza kim geliyor ise, ya da ayrı yaşıyor ya da boşanmış olsanız dahi eski eşiniz şiddet uyguluyor ise bu koruma tedbirlerine hükmedilebilir.

9-Eşim beni dövmüyor ama sinirlendiği zaman eline ne geçerse yere fırlatıyor. Ben ve çocuklar çok korkuyoruz. Ne yapabilirim?
Şiddet denilince akla sadece dayak gelmemeli.Eşinizin eşyaları yere fırlatarak sizi ve çocuklarınızı korkutması da şiddettir. Aynı korumadan yararlanırsınız.

10-Eşim çalışmıyor ve benim çalışıp kazandığım parayı beni dövmekle, öldürmekle tehdit edip elimden alıyor, kumara yatırıyor. Ne yapabilirim?
Bu durumda eşiniz size hem psikolojik hem de ekonomik şiddet uyguluyor demektir. Bu durumda da Ailenin Korunmasına Dair Kanunun korumasından yararlanabilirsiniz.

11-Eşim ben istemediğim halde cinsel ilişkiye zorluyor beni. Ne yapabilirim?
Bu da “cinsel şiddet” tir.”Ailenin Korunmasına Dair Kanun”un korumasından yaralanabilirsiniz. Ayrıca eşin tecavüzü Türk Ceza Kanun’da da suç olarak düzenlenmiş olup, şikayetiniz halinde TCK.nun 102. maddesine göre ayrıca cezalandırılacaktır.
Eşinizin tecavüzüne uğradıysanız, kesinlikle banyo yapmayın, kıyafetlerinizi ve yatak çarşaflarını, halıyı vs. temizlemeyin. En kısa zamanda karakola yada Cumhuriyet savcılığına başvurarak adli tıbba sevkinizi isteyin.
12-Eşim bana ve çocuklarıma sürekli şiddet uyguluyor. Ailenin Korunmasına Dair Kanun gereği koruma kararı verildi. Süre dolunca eve geldi, şiddete devam ediyor. Koruma kararı almak dışında ne yapabilirim?
Türk Ceza Kanunu bir çok maddesi ile şiddetin hemen her türünü ceza yaptırımına bağlamıştır. Ceza Kanunumuz 86. 87. 88. 89. maddelerde yaralama fiilini ceza yaptırımına bağlamıştır.Yaralama fiilinin eşe ve çocuğa karşı işlenmesi ağırlaştırıcı sebeptir.
Ayrıca, yaralama söz konusu olmasa dahi sadece dövüyor, bağırıyor vs. yollarla sizi ve çocuklarınızı korkutuyor ise de Ceza Kanunumuz 232. maddede de aynı konutta yaşayanlardan birine kötü muamele yapılması suç olarak kabul edilmiştir.
Eşiniz sizi ya da çocuklardan birini yaraladı ise hastanede müdahale eden doktoru, karakolu veya doğrudan Cumhuriyet Savcılığı nı durumdan haberdar edin.
13-Bani sürekli döven, hakaret eden, aşağılayan eşimden boşanmak istiyorum. Ne yapmalıyım?
Bu durumda eşinizden pek fena muamele veya evlilik birliğinin temelinden sarsılması sebebine dayanarak boşanabilirsiniz. Eşinizden şiddet gördüğünüzü doktor raporu veya tanık ifadeleri ile ispatlayabilirsiniz.

14- Eşimden boşanmak , koruma tedbiri almak ya da eşimi TCK. na göre şikayet etmek istiyorum. Ama mali durumum avukattan yardım istemeye elverişli değil. Ne yapmalıyım?
Mali durumunuz bir avukattan profesyonel yardım istemeye uygun değil ise, yaşadığınız ilin barosuna bağlı “Adi Yardım” merkezine başvurduğunuz taktirde, mali durumunuz hakkında araştırma yapılarak size hukuki yardım sağlamak için gönüllü bir avukat görevlendirilebilir.


15-Eşimden boşandığım taktirde çocuklarımı alabilir miyim?
Çocukların anneye mi babaya mı verileceğine davaya bakan hakim, anne ve babanın kişilikleri, çocukların yaşları ve cinsiyeti, çocukların isteği, anne ve babanın çocukla olan ilişkileri vs. gibi konularda araştırma yapıp, bir sosyal hizmet uzmanının da görüşünü alarak karar verir. Örneğin, 2 yaşındaki bir çocuğun anne şefkatine çok ihtiyaç duyacağı ortadadır.
Eğer eşinizin size ve çocuklarınıza şiddet uyguladığını ispat edebilir iseniz hakimin çocukların velayetini size vermesi büyük olasılıktır.

16-Eşime boşanma davası açmak istiyorum, çalışıyorum, eşimden kendim için yoksulluk nafakası alabilir miyim?
Çalışıyor iseniz hakim, boşanmadan sonra, evlilik sırasındaki yaşam tarzınıza göre çok yoksullaşacağınızı ve boşanmada eşinize göre daha az kusurlu olduğunuzu görür ise yoksulluk nafakasına hükmedebilir. Pek tabiî ki çalışan eş için dahi yoksulluk nafakasına hükmedilebildiğine göre, çalışmayan kadın için de talebi halinde yoksulluk nafakasına hükmedilecektir. Unutmayın, yoksulluk nafakası alabilmeniz için dava dilekçesinde yada duruşmada hakimden talepte bulunmalısınız.

17-Eşimden boşanmak istiyorum, çalışıyorum, çocukların velayeti bana verilir ise babalarından iştirak nafakası alabilir miyim?
Çocuklar için iştirak nafakasına hükmedilmesi için çalışmıyor olmanız gerekmez. Çalışıyor iseniz de eşiniz çocuklarınız için mali durumuna uygun bir nafaka ödemek zorundadır.

18-Eşim beni dövdü, aşağıladı. Ben de boşanmaya karar verdim. Manevi tazminat isteyebilir miyim?
Evet, eşiniz size uyguladığı fiziki ve psikolojik şiddet nedeni ile boşanmada kusurludur ve sizin kişilik haklarınızı ihlal etmiştir. Bu nedenle manevi tazminat isteyebilirsiniz. Boşanma davası ile birlikte talep etmeniz halinde manevi tazminat talebiniz için harç ödemezsiniz.

19-Eşimden boşanacağım ama, artık eşimin sağlık güvencesinden yararlanamayacağım. Alacağım yoksulluk nafakası bu zararlarımı karşılamaya yetmez. Eşimden maddi tazminat isteyebilir miyim?
Boşanmaya sebep olan olaya eşiniz sebebiyet vermiş ise ve siz kusursuz ya da eşinize göre daha az kusurlu iseniz, evet, maddi tazminat isteyebilirsiniz. Boşanma davası dilekçesi ile ya da dava devam ederken istenilen maddi tazminat harca tabi değildir.

20-Eşimden geçen yıl boşandım Dava sırasında yoksulluk nafakası ve tazminat istemedim. Şimdi isteyebilir miyim?
Boşanma dilekçenizde yada duruşmada açıkça “ yoksulluk nafakası ve tazminat istemiyorum” dediniz ise, bir daha isteyemezsiniz. Bu konuda hiçbir talebiniz olmadı ve istemiyorum demediyseniz, boşanma kararı kesinleştikten itibaren 1 yıl içinde yoksulluk nafakası yada tazminat isteyebilirsiniz.

21-Eşimden 2 yıl önce boşandım Yoksulluk nafakası ve çocuklar için iştirak nafakasına hükmedildi ama, artık yetmiyor. Ne yapabilirim?
Sizin veya eşinizin mali durumundaki değişikliklere uygun olarak nafaka miktarının artırılması için nafaka artırım davası açabilirsiniz.

Tuesday, January 22, 2008

Sadaka mı, İnsanca Yaşam mı?Devletimizden ne beklemeliyiz?

Günümüzde hayatımıza yön veren değer ne yazık ki para. Hayatta tek amacımız daha fazla para kazanmak, daha iyi ev, araba sahibi olmak.Birçok insan yakınlarına arkadaşlarına bile sahip olduğu mal varlığıyla orantılı değer verir, saygı gösterir oldu. Anne babalar üniversite sınavlarına hazırlanan çocuklarını, hangi meslekte daha az çalışılıp, daha çok kazanılacağını düşünüyorlarsa, o mesleğe yönlendiriyorlar.Sivil toplum örgütlerinde, siyasi partilerde çalışan birçok kişi bu çalışmaların kendisine maddi getirisini hesaplayarak bu çalışmalara katılıyorlar.Daha kısa zaman önce yapılan genel seçimlerde yaşadık bu gerçeği. Halkımız kendisine verilen birkaç koli yiyecek, bir torba kömür için, iş adamları da sözde ekonomik istikrar aldatmacasına güvenip, yeni dönemde daha çok kazanacaklarını hesaplayarak AKP 'yi iktidara taşımadılar mı?Umursadılar mı AKP iktidarının Laik, Demokratik ve Sosyal Hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin bu niteliklerini benimsemediğini, amaçlarının bu özellikleri ortadan kaldırıp, İran benzeri bir İslam Cumhuriyeti kurmak olduğunu?AKP nin niyetlerini bile bile, AKP yi destekleyen basına ne demeli?Patronlarının iş hayatı bozulmasın diye AKP nin gerçek yüzünü halktan saklayıp, onları Cumhuriyetimizin değerleri ile barışık, merkez sağda liberal bir parti gibi lanse etmediler mi? Gelinen nokta ortada,seçimlerde denize düşen yılana sarılır misali, sağcılar bari AKP yerine MHP ye oy versin dediğimiz parti maşallah AKP den de yiğit çıktı, türbanı üniversitelerde serbest bırakma konusunda.Bu konuda CHP yi de es geçmemek lazım, bugün AKP iktidardaysa hemde böyle bir çoğunlukla, bunu CHP ye borçludur. Seçkinci tavrıyla AKP nin fakir halkı avucunun içine almasına seyirci kalan CHP, sosyal demokrat, laik ve Atatürkçü seçmeninin sabrını da oldukça zorlamış, hatta taşırmıştır. Bir daha ki seçimlerde barajın altında kalması büyük olasılıktır.Etrafımda CHP ye oy vermiş ne kadar insan varsa, hepsi CHP 'ye Deniz Baykal 'a rağmen oy verdiğini söylemektedirler. CHP nin oy almak için elindeki argümanlar 1-Atatürk'ün partisi olmak 2-CHP ye oy vermezseniz rejim tehlikededir.Biz rejimin teminatıyız.Başka?Bu kadar.Seçimlerde zahmet edip İktidar partisinin yarısı kadar miting düzenlemeyen bir muhalefet partisi iktidara gelebilir mi? Zaten de gelmeye niyeti yoktur, onlar muhalefette kalmaktan son derece memnunlar, iktidara gelipte başlarını niye ağrıtsınlar. Anamuhalefet Partisi Genel Başkanı olmak az şey mi?
Laf dönüp dolaşıp buralara geldi. Hani roman yazarları "-romanımın karakterlerini ben yaratırım, ama, onlar benden bağımsız hareket edip, alıp başlarını giderler "derler ya, ben de bazen yazmaya başlıyorum, kendime geldiğimde yazı benim niyetlendiğim konunun dışına çıkmış almış başını gitmiş oluyor.
Halkımızın devletinden sadaka beklemekten vazgeçmesi, kaçak elektirik kullanarak, gecekondu yaparak, devletinden daha onurlu bir yaşam düzeyi talep etmekten baştan feragat ettiğinin bilincinde olması gerekir. Halkına sadaka dağıtan devlet, halkına insan haklarına daha fazla saygı, daha fazla demokrasi ve daha onurlu yaşam talep etmemesine karşılık sus payı veren devlettir. Eğer vatandaş onuru ile çalışıyor ve vergisini ödüyor, yasalara riayet ediyor ise bunun karşılığını da devletinden elbette bekleyecektir. Bu nedenle halkımızın bu bilince kavuşturulması-ki bunuda bu düzenle ayakta kalan iktidarlar değil sivil toplum kuruluşları yapacaktır-daha demokratik, insan haklarına saygılı güçlü bir Türkiye'nin ön koşuludur.

Tuesday, December 18, 2007

Başka Söze Gerek Var mı?

Soner YALÇIN sonery@hurriyet.com.tr

İran'a şeriat 'demokrasi' ve 'özgürlük' vaatleriyle geldi

AKP'nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye'nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu: "Darbe mi? Şeriat mı?" İşte Türkiye'nin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı; yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran'ın da gündemindeydi. İranlı solcular, demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı. Gelin İran'ın İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de, "mahalle baskısı" var mıymış görelim.
MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.Şah'ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı. Şah'ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk. Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.ÜZERİNDE DURMADIKHer şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran'ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran'da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.Pek üzerinde durmadık bu olayın, "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.Haberi ciddiye almadık; "Üç beş sapsızın işi" dedik.Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk. Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı."Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı. Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı! Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "İttifak" "Eylem Birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk. GEÇİŞ SANCILARI SANDIKHumeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu. Şiraz'da "İslam Mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran'da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu. Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu sonuncusu" diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.Kızların evlenme yaşı 18'den 13'e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı.Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.Hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık. REFERANDUM OYUNUÜç ay önce Humeyni, Paris'te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı. Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyeti'ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65'inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "İslam'a evet mi, hayır mı diyorsunuz?"Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler. Sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi.Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.HALKI ANLAYAMADIKMollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "Ayendegan" Gazetesi'ni kapattırdılar. Sıra sonra "Keyhan" Gazetesi'ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu. Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.Örtünmek moda oldu!Tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu. Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı.Kaçanlardan biri de bendim.Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır. (Not: Bu metin, Bahman Nirumand'ın "İran" kitabından derlenmiştir.)Türkiye'nin İran benzerliği çok şaşırtıcı
ÖNCE bir tespit yapalım:Diyorlar ki, "Türkiye, İran'a benzemez!"Yanılıyorlar.Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım:19. yüzyılda İngiltere'nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı.İki ülke de tarım ülkesiydi.20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi. Her iki ülke 1920'lerde yeni liderleriyle yönetildi:İran'da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti.Türkiye'nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk'tü.Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar. Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı.İran 1940'ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti.İran'da 1951'de, Türkiye'de 1960'ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı.İran'da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti.CIA, İran'daki darbeci Musaddık'ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi'yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti.Türkiye, 1961'de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı.1960'lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu. Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi.Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı.Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi.YEŞİL KUŞAK PROJESİBurada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970'li yılların son dönemini bir hatırlayalım.Sovyetler Birliği, Afganistan'a girmişti.ABD'nin kontrolündeki Şah, İran'ı terk etmişti. Türkiye'de büyük bir sol dalga vardı.Soğuk Savaş döneminde siz ABD'nin yerinde olsanız ne yaparsınız?İran'da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler.Türkiye'de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler.ABD, Şah'tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran'da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı.Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı.ABD, Sovyetler Birliği'ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu.Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu.Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti'ne izin vermeyeceğim" diyordu.Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar'ı destekliyordu.Bahtiyar, ABD ve İngiltere'ye danıştı. Tabii ki destek alamadı.Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi.Sonunda Humeyni, Tahran'a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan'ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu.Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti.Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi.Askerler bu kez Beni Sadr'ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı!DESTEK ESNAFTANİran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963'te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye'ye sürgüne gönderilmişti.Durum aslında bizim Nakşibendiler'e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse...Türkiye'deki İslami hareketler ile İran'daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı?Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı. Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi.Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık.Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran'a benziyor mu? B(Bu yazı Soner Yalçın 'ın 23.09.2007 tarihli Hürriyette yayımlanan yazısıdır.)

Soner Yalçın 'ın bu yazısını okurken aklıma bir fıkra geldi. Adamın biri bir kurbağayı haşlayıp yemek istemiş, atmış kurbağayı kaynar suya. Ayakları kaynar suya değer değmez sıçramış çıkmış bizim kurbağa kaynar kazandan. Adam bir daha denemiş, nafile, kurbağacık yine sıçramış çıkmış. Adam çaresiz, düşünürken biri akıl vermiş. Adam atmış kurbağayı soğuk suyun içine,başlamış alttan ısıtmaya. Bizim kurbağanın keyfine diyecek yok.Su ısındıkça bizimki bir rahatlamış bir gevşemiş, yata yata haşlanmış suyun içinde. Erbakan Hocalarının hamlelerinden sonra birileri akıl mı verdi bu iktidardakilere, ne dersiniz?

Tuesday, December 4, 2007

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEMOKRATİK LAİK SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİDİR.

"Türkiye Cumhuriyeti,.........................demokratik,laik ve sosyal bir hukuk devletidir. " der,Anayasamızın 2. maddesi.Güzeeeeelll...Peki nasıl demokratik olunur, nedir laik olmak?Öyle Anyasada yazmakla olunuyor mu ki demokratik ve laik?Türkiye demokratik ve laik bir Cumhuriyet ise ben nerede yaşıyorum, izlediğim TV kanalları, okuduğum gazeteler hangi ülkenin?Bu konuşan C.Başkanı ve Başbakan hangi ülkenin liderleri?Gazeteleri ve TVleri referans alırsak, Cumhurbaşkanımız buyurmuş,Türbana izin verecek bir YÖK başkanı atayacağım.Tanrım gözlerime ve kulaklarıma inanmak istemiyorum.Hadi demokrasi izin verdi, hadi laiklikte izin verdi diyelim,hukuk izin vermiyor hukuk!Demokrasi ve laikliği istediğiniz gibi keyfinize göre yorumluyorsunuz da, yargı kararlarını nasıl ters yüz edeceksiniz.Bu konu da Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 'nin kararları varken, o nasıl bir YÖK Başkanı olacak ki, Üniversitelerde türbana izin verecek?NASIL?Anayasaya hüküm mü koyacaksınız?Öyle mi?Var mı hakkınız?Adı üzerinde Anayasa, eski adıyla kanun-i Esasi. Anayasa neden vardır, herkes keyfine göre değiştirsin, delsin geçsin diye mi? Anayasa iktidarın sınırlarını çizer.Ona derki, bu devlet "demokratik, laik ve sosyal bir HUKUK devletidir" Sen iktidarını kullanırken bu sınırlar içinde kullanacaksın, rejimin bu özelliklerini kabul edeceksin, bunlara riayet edeceksin. Bu millet size"Demokratik, laik ve sosyal bir HUKUK devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni yönetmek için yetki verdi, yoksa alın bu ülke sizin, beğenmezseniz rejimini de değiştirirsiniz , istediğiniz gibi yönetin demedi. Sınırlarınız çizili, bu sınırlarınızın dışına çıkamazsınız, sınırlarınızı genişletemezsiniz. Sınırlarına uymayan, sınırları genişletmeye çalışan iktidar, ruhsata aykırı yapılmış bir bina gibi yıkılmaya mahkumdur.Anayasayı değiştirmek sadece sayısal çoğunluğa sahip olmakla olacak bir şey değildir.


Demokratik laik ve sosyal hukuk devletinin başbakanı yargı kararlarına karşı yorum yapıyor"Beyler bu sizin bileceğiniz iş değil, ulemaya sorun!


Demokratik Laik ve sosyal hukuk devletinin meclis başkanı"Dindar Cumhurbaşkanı seçeceğiz"diyor.


Demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin Cumhurbaşkanı"Türbana izin veren YÖK Başkanı seçeceğim"diyor.

Cumhurbaşkanının atadığı YÖK Başkanı da"“Onların savlarını biliyorum. Bunlar, üniversitenin dışında konmuş yasaklardır. Mahkemelerle ilgilidir. Bu bakış meselesidir. Öyle bir kural olabilir. Ama siz onu önemli görmeyebilirsiniz, bir sürü insanı rahat ettirirsiniz. Biz öyle bir sonucun çıkacağını ümit ediyoruz” diyor.


Demokrasi iki ucu keskin bıçak!Dönüp kendini bıçakladı, demokrasi kuralları gereği yapılan bir seçimle demokrasiyi amaç değil araç olarak gören,laikliği ters yüz eden, sosyal devleti vatandaşa sadaka vermek olarak algılayan, yargının yasaları değil ulemanın görüşlerini referans alması gerekliliğine inanan ve rektörlerin yargı kararlarını görmezden gelerek türban sorununu çözebileceğini düşünen bir zihniyet iktidar oldu. Demokrasi aracıyla demokrasiye inanmayan, geçmişte bunu açıkça söyleyen şimdi de her türlü eylem ve söylemleriyle ortayakoyan şahısları iktidara taşıdık. Ağlasak mı gülsek mi?Ne diyeceğiz, demokrasinin kestiği parmak acımaz mı?Acıyor, benim canım çok acıyor.Dünyada hiç bir demokratik ülkede demokrasi karşıtı güçlerin iktidarı ele geçirmesine göz yumulmaz. Demokrasi demokrasiyi ortadan kaldırmaya araç olmaz, olamaaaaaaz!

Friday, September 21, 2007

TÜRK TARİHİNE İMZA ATAN KADINLAR TÜRKİYE 'DE VE DÜNYADA İLKLER

Kadın Eserleri Kütüphanesi 2004 ajandası
Avukat: Süreyya Ağaoğlu.. Bakan Prof. Dr. Türkan Akyol.. Başbakan Prof. Dr.Tansu Çiller Belediye Başkanı: Müfide İlhan..Belediye Başkanı: Sadiye Ardahan..Büyükelçi: Filiz Dinçmen...Çöpçü: Elif Yazgandır.. Danıştay Başkanı: Füruzan İkincioğulları.. Danıştay üyesi: Şükran Esmerer.. Dışişleri görevlisi: Adile Ayla.. Dişhekimi: Ferdane Bozdoğan Erberk.. Doktor: Safiye Ali.. Dünya güzeli Keriman Halis.. Eczacı: Rukiye Kanat Arran.. Emniyet müdürü: Feriha Sanerk.. Fotoğrafçı: Semiha Es.. Gazeteci: Selma Rıza.. Genel müdür: Mükerrem Aker.. Hakim: Suat Berk.. Hazine Genel Müdürü: Aysel Gönül Öymen.. Hemşire: Esma Deniz.. Hesap Uzmanı: Müşeref Çallılar - Güzide Amark.. Heykeltraş: Sabiha Bengütaş.. Jet pilotu: Leman Altınçekiç.. Karakol Amiri: Nevlan Kulak-..Kaymakam: Özlem Bozkurt.. Kimyacı: Prof. Dr. Remziye Hisar.. Makinist: Seher Aytaç.. Milli Eğitim Müdürü: Güler Karakülah.. Milli maç hakemi: Lale Orta-.Muhtar: Mühendis Müzeci: Seniha Sami.. Orman mühendisi: Binnaz Zehra Sert.. Petrol mühendisi: Halide Ural Türktan.. Pilot: Sabiha Gökçen.. Polis memuru: Betül Diker-. Profesör: Prof. Dr. Fazıla Şevket Giz.. Radyo spikeri:Emel Gazimihal.. Rektör: Prof. Dr. Safet Rıza Alpar.. Savcı: Işıl Tüzünkan Koçhisarlıoğlu.. Savcı: N. Meliha Sanu.. Sayıştay üyesi: Fahrünisa Etmen.. Sendika başkanı: Dervişe Koç.. Subay: Ülkü Sema Toksöz.. TBMM başkanvekili: Neriman Neftçi.. Tv Spikeri: Nuran Devres.. Vali: Lale Aytaman.. Veteriner: Sabire Aydemir.. Yargıtay üyesi: Melahat Ruacan.. Yüksek idare mahkemesi Bşk: Firdevs Menteşe.. Yüksek mimar: Münevver Gözeler.. Yüksek mühendis: Sabiha Ecebilge.. Zabıta memuru: Afife İpek.. Ziraat mühendisi: Nezahat Süer
SORBONNE ÜNİVERSİTESİNDEN MEZUN İLK TÜRK KADINI TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN İLK KADIN KİMYACISI PROF. DR. REMZİYE HİSAR
Prof. Dr. Remziye Hisar, birçok ilke imzasını atmış bir Türk kadını. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kadın kimyacısı olmasının yanısıra, Fransa'nın Sorbonne Üniversitesi'nden mezun olan ilk Türk kadını..1992 yılında yitirdiğimiz Remziye Hisar, tipik bir Cumhuriyet kadınıydı. Dünyaca ünlü fizikçi Feza Gürsey ve Milletlerarası Pisikoloji Cemiyeti'nin tek Türk azası psikiyatrist Deha Hanım'ın annesi Remziye Hisar, 1902 yılında Üsküp'te dünyaya gelmişti..Davutpaşa'daki üç yıllık Mekteb-i İptidayiyi bir yılda başarıyla tamamlayıp mezun olmuş ve dokuz yaşında ilk şahadetnamesini almıştı. Daha sonra, İttihat ve Terakki Mektebi ve Emirgan, İnas Rüştiyesi'ne devam eder. Çok sevdiği Türkçe öğretmeninin İstanbul Darülmuallimatı'na transfer olmasıyla, öğrenimini bu okulda sürdürür. 15 Temmuz 1919 tarihinde bu okulun Darülfünun'a hazırlamak üzere oluşturduğu iki sınıflık bölümünden birincilikle mezun olur. Sınıfın iyi öğrencileri arasında yeralan Remziye Hisar, küçük sınıflardaki öğrencilere geometri ve matematik dersleri vermeye başlar. Mezun olmasının ardından Darülfünun'un kimya bölümüne kaydını yaptıran Remziye Hisar, kimya bölümünü yeğlerken Türkiye'yi temsil eden bir ismin bulunmamasının kendisini üzmüş olmasından ötürü seçtiğini yakınlarına anlatır. Kız öğrencilerin erkek öğrencilerden ayrı saatlerde ders aldığı bu dönemde, öğretmeni ve okul arkadaşlarıyla birlikte Bakü'ye gider. Ve birden bire bir savaşın tam ortasında bulur kendisini. Kafkasya'daki savaşlar ve Bakü'de kendilerine gereksinim olmadığını öğrenmek bile onu yıldırmaz ve bir erkek öğretmen okulunda öğrencilere ders verir. Ancak, terslikler ve şanssızlıklar birbirini izler Sovyet Rusya'nın Azerbaycan'ın bağımsızlığına son vermesi ile orada tanışıp evlendiği eşi Doktor Reşit Süreyya Gürsey ile birlikte İstanbul'a döner. İlk çocuğunu dünyaya getirmesinin ardından, Adana'da Darülmuallima'ya müdür olarak tayin olan Remziye Hisar, çocuğunu annesine bırakarak Adana'ya gider. Güç koşullarda çalışmasını sürdürmek zorunda kalan Hisar, eşinin tedavi için Paris'e gitmesinin ardından, bilgisini geliştirmek için Paris'e gider. Adını bilim dinyasında duyurmak amacı ile Sorbonne'da kimya bölümünde öğrenim görmeye başlar. Biyokimya sertifıkası alan Hisar, Paris'te Maarif Vekaleti'nin verdiği bursla öğrenim görür. Doktorasına başlayacağı dönemde bursu kesilen Hisar, Erenköy Lisesi'ne kimya öğretmeni olarak atanır. Öğrenimini yarım bırakmak zorunda kalarak yurda dönen Remziye Hisar, zorlu bir çaba sonucunda doktorasını yapmak üzere 1930 yılında yeniden Paris'e gider. Eşinden boşanan ve Paris'e kızı ve kardeşiyle giden Remziye Hisar, günlerini çalışmaya verir. Doktora tezini tamamlamasının ardından, Türkiye'ye döner. 1933 - 1936 yılları arasında İstanbul Üniversitesi'nde kimya ve fıziko kimya doçenti olarak görev yapar. Daha sonra, Ankara Hıfsısıhha Müessesesi'ne farmakodinami şubesi hayati kimya mütehassısı olarak atanır. 1947 yılında İTÜ Makine ve Kimya doçentliği görevine başlayan Hisar, 1959 yılında profesör olduktan sonra 1973 yılında da, emekliye ayrılır.
KUMARI YASAKLAYAN İLK KADIN MUHTAR ATATÜRK'ÜN ÖDÜLLENDİRDİĞİ KADIN GÜL ESİN AYDIN
1933 yılında Türkiye'nin ilk kadın muhtarı seçilen Gül Esin Aydın, Çine İlçesi, Karpuzlu Bucağı'nın muhtarlığını yaptığı dönemde Atatürk tarafından ödüllendirilmiştir.Muhtar olmasının ardından kahvehanelerde kumar oynamayı yasaklayan Gül Esin, kız kaçırma olaylarını önlemiş ve nikah işlerini düzene sokarak da büyük başarı elde etmişti.
KORE SAVAŞINI GÖRÜNTÜLEYEN KADIN İLK TÜRK KADIN FOTOĞRAFÇISI SEMİHA ES
1956 yılında Tifdruk tekniği ile basılan Hayat Dergisi fotoğraf dünyamıza yeni değerler kazandıran bir dergi oldu. Derginin birinci sayısında Hikmet Ferudun Es'in Malatya'dan yolladığı bir yazı dizisi yayınlanmaya başlamıştı. Bu röportajı fotoğraflarıyla zenginleştiren ise; Semiha Es idi..Bu ikili daha sonra, Kongo, Hollywood yıldızları, kadın gözü ile Tahran isimli çalışmalara Hayat Dergisi bünyesinde imza attılar.25 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu'nda Kore Savaşı'na katılmak üzere 4 bin 500 kişilik silahlı birliğin Birleşmiş Milletler emrine verilmesi kararlaştırıldı. Hürriyet Gazetesi, savaşın görüntülenmesi için, Semiha Es'i görevlendirdi. 11 Kasım 1950 tarihinde gazetede verilen Kore eki ile Türkler savaşı Semiha Es'in objektifınden izleme olanağına kavuştu.
İLK KADIN DOKTOR KURTULUŞ, BALKAN VE 2. DÜNYA SAVAŞLARININ DOKTORU SAFİYE ALİ
Osmanlı İmparatorluğu döneminde çeşitli hizmetleriyle tanınmış bir ailenin kızı olan Safiye Ali, 1891 yılında İstanbul'da dünyaya gelmiş, özel eğitiminin yanısıra Amerikan Kız Koleji'nden mezun oldu. Balkan savaşı günlerinde cepheden getirilen pekçok yaralıyı görüp doktor olmaya karar verir. Ancak; onun bu isteğini gerçekleştirmek zor olacaktı. Çünkü; o yıllarda bir kadının tıp öğrenimi görmesi olanaksızdı. Oldukça yetenekli ve başarılı bir kişi olarak dikkatleri çeken Safiye Ali, dönemin Maarif Vekili Şükrü Bey'in desteği ile Almanya'ya tıp eğitimine gönderilir. Bu ülkede kadın ve çocuk hastalıkları üzerine ihtisas yapan Safiye Ali, Kurtuluş Savaşı'nın sona erdiği günlerde yurda döner ve hemen işe başlar. Kısa sürede Cağaloğlu'nda açtığı klinikte tedaviye başlayan Safıye Ali, o dönemin ünlü doktorlarından Besim Ömer Paşa, Akil Muhtar ve Operatör Emin Bey'den büyük destek görerek süt ve bakımevlerinde çalışır. Ayrıca Türkiye'yi yurtdışındaki tıp kongrelerinde temsil eden Safiye Ali, bir zaman sonra sağlık nedeniyle eşiyle birlikte Almanya'ya gider ve mesleğini burada sürdürür.İkinci Dünya Savaşı günlerinde Almanya'da yara alanların ve hastaların bakımını üstlenen Ali, savaşın ardından Türkiye'ye döner. Yakalandığı kanserden kurtulamayan Safıye Ali, 1952 yılında yaşamını yitirir.
İLK AVUKAT SÜREYYA AĞAOĞLU
Yassıada'da hukuk profesörü babasını savundu..Hür Fikirleri Yayma Derneği'nin kurucusu..Çocuk Dostları Derneği'nin kurucusu..Milletlerarası Hukukçular Komisyon'u üyesi..Milletlerarası Barolar Birliği Yönetim Kurulu İdari Heyeti Üyesi.. Yazar.. Kadın hakları savunucusu..Süreyya Ağaoğlu, tarihimize ilk kadın avukat olarak geçmiştir. 1989 yılında 85 yaşında yitirdiğimiz Ağaoğlu, yaşadığı dönemin en cesur entellektüel kadınlarından birisiydi. 58 yıl süreyle avukatlık yapan Süreyya Ağaoğlu, hukuk Profesörü Ahmet Ağaoğlu'nun kızıydı. Lise yıllarında sınıfta cumhuriyet rejiminden söz ettiğinde, arkadaşlarının: gavur olarak çağırdığı Süreyya Ağaoğlu, avukat olmayı kafasına koyar. Hukuk fakültesine kaydını yaptırmak istediğinde ise; engellerle karşılaşır. O yıllarda kız öğrenci olmadığından, üniversitenin rektörü olan Haldun Taner'in babası Selahattin Bey'e başvurur. Dönemin kadınlarının henüz çarşafla dolaştığı bir zamanda başını bile kapatmadan görüşmeye giden Ağaoğlu, Selahattin Bey'e fakülteye girmek istediğini söylediğinde, odanın içinde kahkahalar yankılanır. Ancak; Süreyya Ağaoğlu, bu direnişin ardından kendisi gibi avukat olmak isteyen 3 arkadaşını daha ***ürünce, Size hemen fakülteyi açalım cevabını alır. O yıllarda öğleden önce erkeklere, öğleden sonra ise; kadınlar ders izleyebiliyor ve oldukça da yorucu olduğundan, fakültenin çabası yalnızca bir dönem sürmüş. Başını kapatmamakta direnen Ağaoğlu'na erkekler, Başını açma dediklerinde verdiği yanıt: Ben açıyorum, sen bakma oluyormuş. Hukuk Fakültesi'nden mezun olan Süreyya Ağaoğlu, avukatlığının yanısıra sıkı bir kadın hakları savunucusu olur.1948 yılında Berlin, Milletlerarası Hukukçular Komisyonu Üyesi olan Ağaoğlu, Hür Fikirleri Yayma Derneği, Çocuk Dostları Derneği'nin de kurucusu..1949 yılında Milletlerarası Barolar Birliği Yönetim Kurulu İdari Heyeti'ne seçilen Ağaoğlu, 1960 ihtilalinin ardından Yassıada Davaları'nda babasının avukatlığını üstlenerek hukuk savaşı verir.Süreyya Ağaoğlu, Adli Mülahazat adlı İngilizce bir etüt, Londra'da Gördüklerim ve Bir Hayat Böyle Geçti isimli kitapların yazarı.
İLK KADIN HEYKELTRAŞ SABİHA BENGÜTAŞ
Heykellere şekil veren ilk kadın parmakları Sabiha Bengütaş'a ait. O Türkiye'nin ilk kadın heykeltraşı olarak tanınıyor. Atatürk, İsmet İnönü, Abdülhak Hamid, Ahmet Haşim, Bedia Muvahhit gibi tarihte iz bırakan pekçok kişi onun parmaklarında yoğurduğu çamurla abideleşti.1940 yılında dünyaya gelen Sabiha Bengütaş, babasının Şam'da görevlendirilmesiyle eğitimini Şam'da Fransız Katolik Okulu'nda yapmış. İstanbul'a dönmelerinin ardından Köprülü Fuat Paşa Okulu'na devam edip mezun oldu. Küçük yaşlarda güzel sanatlara ilgi duyduğundan henüz liseyi bitirmeden 16 yaşındayken Sanayi-i Nefise Mektebi in resim bölümüne kaydolmuş. Kendi kendisine antik bir büstü kopya eden Sabiha Bengütaş'ın bu yaptığını gören heykel öğretmeni, kendisinin yaptığına başta inanmadıysa da, daha sonra ikna olunca onu destekleyip okulun heykel bölümüne ilk kız öğrenci olarak alınmasına yardımcı oldu. Yeteneği kısa sürede farkedilen Bengütaş, okulunu birincilikle bitirdi. Roma Güzel Sanatlar Akademisi'nde ihtisas yaptı. İtalya'da büyük deneyimler kazanan Sabiha Bengütaş, Taksim Meydanı'ndaki Atatürk abidesini yapan ünlü İtalyan heykeltraş Canoci'nin asistanlığını yaptı. Abdülhak Hamid'in torunu Emin Bey ile evlenen Sabiha Bengütaş, kocasının diplomat olması nedeniyle birçok yabancı ülkede bulundu, mesleğini bu ülkelerde sürdürdü.Geleneksel Galatasaray sergisine 1925 yılında katılan ilk kadın sanatçılardan biri olan Bengütaş, 1938 yılında Atatürk ve İnönü için açılan heykel yarışmasında birincilik aldı. Atatürk heykeli Çankaya Köşkü'nün bahçesinde, İnönü heykeli ise; Mudanya'da bulunmaktadır. Uzun yıllar çalışmasını sürdüren Bengütaş, 1992 yılında yaşamını yitirdi.
İLK KADIN MUHASEBECİ İLK KADIN BANKA MÜDÜRÜ İLK KADIN EKONOMİ DOKTORU ATATÜRK'ÜN YURTDIŞI EĞİTİMİNE GÖNDERDİĞİ KADIN İCLAL ERSİN
Türkiye'de kadın olarak pekçok ilke imzasını atan İclal Ersin, ilk kadın muhasebeci, ilk kadın banka müdürü ve ekonomi doktorudur.1928 yılında Türkiye İş Bankası'nda muhasebeci olarak göreve başlayan İclal Ersin, İş Bankası'nın kurucusu Celal Bayar tarafından Atatürk'e ilk kadın muhasebeci olarak tanıtılınca, Atatürk'ün ilgisini çekmiş, en büyük arzusunun yurtdışında eğitim almak olduğunu söylemesi üzerine, Türk kadınının gelişmesine ve iş yaşamında yer almasına çok önem veren Atatürk tarafından 1939 yılında Cenevre'ye eğitime gönderilir. Türkiye'de meslek gelirlerinin vergilendirilmesi başlıklı tezini Fransızca olarak hazırlayıp doktorasını tamamlar ve 1941 yılında Türkiye'ye dönüp Türkiye'nin ilk iktisat doktoru ünvanını elde eder. İş Bankası'nın Ankara Merkez Şubesi'nin Teftiş Servis Şefliği, İstanbul-Beyoğlu ve Galata şubelerinde kontrolörlük görevlerinin ardından, 1953 yılında açılan İş Bankası Nişantaşı Şubesi müdürlüğü görevine atanır ve on yıl süreyle bu görevde kalır. Böylece Türkiye'nin ilk kadın banka müdürü ünvanını da elde etmiş olur.
İLK KADIN SAVAŞ PİLOTU ŞENAY GÜNAY
Türkiye'de uçağa binen ilk kadın Belkıs Şevket Hanım'dır. (1912) Türkiye'nin ilk uçağını kullanan kadın ise; Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçe'dir. Türkiye'nin ilk kadın askeri pilotu yine Sabiha Gökçe'dir. Atatürk'ün Türk kadınının her alanda başarılı olabileceğine inandığını, buna örnek olarak da kendisini yetiştirmek istediğini söylemesi üzerine 1935 yılında havacılığa başlayan Sabiha Gökçen, Sovyetler Birliği'nde Yüksek Planör Okulu'nu bitirdikten sonra, planör öğretmenliği yaptı. Türk havacılık tarihi ilerleyen yıllarda başka kadın pilotları da yetiştirdi. Bunlardan birisi var ki, bir ilke imza attı. Şenay Günay, ilk kadın savaş pilotumuz olarak tarihe geçti.Demokrat Merkez Parti'nin kurucu üyelerinden de olan Şenay Günay, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin ikinci sınıfında okurken, Hava Harp Okulu'na kız öğrenci alınmasına dair çıkan yasadan yararlanarak 1956 yılında bir kız arkadaşı ile birlikte Hava Harp Okulu'na girer. İki yıl eğitim alan Günay,Asteğmen olarak mezun olduktan sonra; İzmir-Gaziemir'deki Uçuş Okulu'na gider. Bu okuldan sonra; Eskişehir Jet Filo Komutanlığı'nda eğitimine devam eden Günay, jet brövesi alarak jet pilotu oldu ve 22 yıl süreyle Türk Hava Kuvvetleri'nde hizmet gördü.
İLK KADIN SENDİKACI ZEHRA KOSOVA DURMAZ
13 GÜN İŞKENCEDE KALAN, 45 GÜN FALAKAYA YATARILDIĞINDAN 6 AY TEDAVİ GÖREN, TÜTÜNCÜLER KRALİÇESİ Zehra Kosova Durmaz, Türkiye'nin ilk kadın sendikacısıdır. 1928 yılında illegal bir tütün işçisi olarak ilk sendikal faaliyete başlayan Durmaz, çalışmalarını 1946 yılında Ferit Kalmak başkanlığında tütüncüler kendi sendikalarını kurana değin yoğun ve illegal biçimde sürdürdü. Sendikacılık yaptığı dönemde 13 gün işkencede kalan Durmaz, 45 gün falakaya yatırılmış ve bu nedenle 6 ay tedavi görmüştür. 1950 yılında sendikanın kapanmasıyla birlikte tutuklanan ve 1951 yılında 16 ay Harbiye Askeri Cezaevi'nde tutuklu kalan Durmaz, hapisten çıkınca sendikal yaşama yeniden dönmüştür.
İLK KADIN MUHABİR İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİNİN TEK KADIN ÜYESİ SELMA RIZA
Selma Rıza, ilk kadın gazetecidir. Avusturya’lı bir anne ve Türk bir babanın kızı olan Selma Rıza, Osmanlı döneminin kültür ağırlıklı bir ailenin kızıydı. 1877 yılında ilk Osmanlı Parlamentosu'nda görev almış olan babası Ali Rıza Bey, diplomat olarak görev yaptığı Avusturya'da tanıştığı ve daha sonra müslüman olan Naile Hanım ile evlenir. Yedi çocuğu olan çiftin, en küçük kızları olan Selma Rıza, özel öğretmenlerin denetiminde dersler alır ve 19. yüzyıl sonlarına doğru ailesinden gizli olarak İstanbul'dan kaçar ve Paris'te bulunan Jöntürk liderlerinden ağabeyi Ahmet Rıza'nın yanına gider. Sorbonne Üniversitesi'ne giden Selma Rıza Paris'te yaşadığı 10 yıl boyunca Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olur. Bu cemiyetin tek kadın üyesi olan Selma Rıza, Fransızca olarak Paris'te yayınlanan Meşveret Gazetesi de ve Türkçe olarak yayınlanan Şura-yı İmmet gazetesinde çalışır. 1908 yılında Meşrutiyet'in ilanının ardından İstanbul'a dönen Selma Rıza, dönüşünden sonra gazetecilik yapmadı ancak, Kızılay'ın kurulması için çalışmalara katıldı. Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti olarak bilinen bu kuruluşun yönetimindeki fikirler ile hemfikir olmayınca 5 yıl boyunca genel sekreterliğini yaptığı bu kuruluştan ayrıldı. 1931 yılında 59 yaşında ölen Selma Rıza'ın kaleme aldığı iki romanı var.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN İLK KADIN BAKANI Prof.Dr. TÜRKAN AKYOL
Cumhuriyet döneminin ilk kadın bakanı, 1971 yılında kurulan partilerüstü Nihat Erim Hükümeti'nde Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı olarak görev alan Prof. Dr. TürkanAkyol, Başbakan Nihat Erim tarafından parlamento dışından atanmıştı. Bakanlığının sekizinci ayında hükümet içinde çıkan anlaşmazlıklardan ötürü 11 Bakan ile birlikte görevinden istifa eden Akyol, istifasının ardından Ankara Üniversitesi Rektörlüğü'ne seçildi ve1983 yılında SODEP'in kurucusu olarak siyasete atıldı. Halen serbest doktorluk yaparak yaşam sürdürmektedir.
İLK KADIN BÜYÜKELÇİ FİLİZ DİNÇMEN
Filiz Dinçmen, 1939 Zonguldak doğumlu. Ankara Kız Lisesi'ni bitirdikten sonra;Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olan Dinçmen 1961 yılında Dışişleri Bakanlığı, BM Dairesi 3. katibi oldu. 1982 yılında Hollanda Lahey Büyükelçisi olan Dinçmen,1984 yılında Strasbourg'da Avrupa Konseyi Türkiye Daimi Temsilcisi oldu. 1988 yılında ise; bakanlığın ilk kadın müsteşar yardımcısı ve 1991 yılında bakanlık sözcüsü oldu. Filiz Dinçmen'e göre kadın katkısı olmazsa ülke kalkınamaz. Kadınların Türkiye'de tüm haklara ulaşması ve toplumun gelişmesine, kalkınmasına yardımcı olmaları, bu yolda sorumluluk yüklenmeleri bir zorunluluktur.
İLK KADIN MÜZECİ SENİHA SAMİ
Türkiye'nin ilk kadın müzecisi Seniha Sami'dir. Türkiye'de Batılılardan sonra;başlayan müzecilikte Cumhuriyet tarihinin ilk uzmanlık görevini alan kadın müzeci Seniha Sami'nin ailesinden gelen bir birikimi vardı. 1886 yılında dünyaya gelen Seniha Sami, küçük yaşlarda Türkçe'nin yanı sıra İngilizce, Fransızca ve Farsça'yı öğrendi. Atatürk'ün Cumhuriyet'in ilk yıllarında eğitime yön vermek üzere Amerika'dan getirttiği profesörlerin eserlerini tercüme eden Seniha Sami, Topkapı Sarayı Müzesi'nin yönetimine atanarak ilk kadın müzecimiz olmuştur.
İLK KADIN MİLLETVEKİLİ BENAL ARIMAN
Seçilme hakkını kullanan ilk kadın olan Benal Arıman, 1935 yılında Atatürk'ün meclisinde bileğinin hakkıyla kazanan ilk kadın milletvekilidir. İzmirli gazeteci Tevfik Nevzat Bey'in kızıdır. Sorbonne Üniversitesi'nde edebiyat eğitimi alan Arıman, daha sonra İzmir'de Halk Partisi'nde görev almış, kadınların partilere girmediği o yıllarda, latin alfabesinin öğrenilmesi ve yaygınlaşabilmesi için çaba harcıyordu. Daha sonra, milletvekili seçilen Arıman, belediye ve parti üyeliğinden sonra, bir kadın olarak konumundan ötürü hiçbir rahatsızlık yaşamamış olduğunu dile getirmektedir. 16 yıl süreyle kadın milletvekili olarak görev yapan Benal Arıman, hamileliği döneminde yıllık izinlerini kullanıp gizlice doğum yapmış ve hamileliği esnasında TBMM'de bulunmamayı uygun görmüştür.
İLK KADIN HEMŞİRE ESMA DENİZ
Esma Deniz, 1924 yılında Amerikan Hastanesi Hemşirelik okulunu bitirmesinin ardından, Amerika'da New York Columbia Üniversitesi, Teachres Colege'e giden Deniz, 1929 yılında mezun olduktan sonra, bir yıl Amerika'da kalarak çalışmasının ardından yurda dönerek hemşireliğini sürdürdü. Esma Deniz, 73 yılını hemşireliğe adadı. 95 yaşında hayata gözlerini yuman Deniz, 1943 yılında açılan Türk Hemşire Derneği'nin kurucularından olup bu derneğin 18 yıl süreyle başkanlık görevini üstlendi. Türk hemşirelerini Uluslararası Hemşireler Birliği'nde temsil eden EsmaDeniz, Türkiye'nin Toplum Sağlığı Hemşiresi ünvanına sahipti. Kızılay Özel Hemşirelik Lisesi'nin organizasyonunda görev aldı. Florence Nightingale Hemşirelik Okulu'nun kurulmasına da katkılarda bulunmuştu.
Cumhuriyet tarihindeki ilk kadınlar şunlar: İlk alfabenin yazarı: Melahat Uğurkan İlk avukat: Süreyya Ağaoğlu İlk bakan: Prof. Dr. Türkan Akyol İlk başbakan: Prof. Dr. Tansu Çiller İlk belediye başkanı: Müfide İlhan İlk büyükelçi: Filiz Dinçmen İlk Danıştay Başkanı: Füruzan İkincioğulları İlk Danıştay üyesi: Şükran Esmerer İlk diş hekimi: Ferdane Bozdoğan Erberk ilk doktor: Safiye Ali İlk dünya güzeli: Keriman Halis İlk eczacı: Rukiye Kanat Arran İlk emniyet müdürü: Feriha Sanerk İlk hakim: Suat Berk İlk hazine genel müdürü: Aysel Gönül Öymen İlk hemşire: Esma Deniz İlk hesap uzmanı: Müşerref Çallılar ve Güzide Amark İlk heykeltıraş: Sabiha Bengütaş İlk hukukçu: Beraat Zeki Üngör İlk jet pilotu: Leman Altınçekiç İlk karakol amiri: Nevlan Kulak İlk kaymakam: Özlem Bozkurt İlk kimyacı: Remziye Hisar ilk makinist: Seher Aytaç İlk milli eğitim müdürü: Güler Karakülah İlk milli maç hakemi: Lale Orta İlk muhtar: Gül Esin İlk müzeci: Seniha Sami İlk opera sanatçısı: Semiha Berksoy İlk orman mühendisi: Binnaz Zehra Sert İlk otomobil yarışçısı: Samiye Morkaya İlk petrol mühendisi: Halide Ural Türktan İlk pilot: Sabiha Gökçen ilk polis memuru: Betül Diker İlk profesör: Dr. Fazıla Şevket Giz İlk radyo spikeri: Emel Gazimihal İlk savcı: Tüzünkan Koçhisaroğlu İlk sayıştay üyesi: Fehrunisa Etmen İlk senatör ve elçi: Adile Ayda İlk sendika başkanı: Dervişe Koç ilk subay: Ülkü Sema Toksöz İlk TBMM başvekili: Neriman Neftçi İlk Türkiye güzeli: Feriha Tevfik İlk TV spikeri: Nuran Devres İlk vali: Lale Aytaman İlk veteriner: Sabire Aydemir İlk yargıtay üyesi: Melahat Ruacan İlk yüksek mahkemesi başkanı: Firdevs Menteşe ilk yüksek mimar: Münevver Gözeler İlk yüksek mühendis: Sabiha Ecebilge Cumhuriyet tarihinin ilk güzellik kraliçesi 1929 yılında yapıldı ve Feriha Tevfik kraliçe seçildi. İlk kadın vali Lale Aytaman. İlk kadın bakan Türkan Akyol. Cumhuriyet tarihinde ilk kez sahneye çıkan kadın sanatçı Bedia Muvahhit Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen, aynı zamanda cumhuriyetin ilk kadın pilotu unvanını taşıyor.
http://www.byturk.us/
Bu yazıda yer alan ilklere ben de bir ilk eklemek istiyorum.
Türkan Rado(30.10.1915-3.03.2007)
Türkiyenin ilk kadın Hukuk profesörü ve dünyadaki ilk kadın Roma Hukuku profesörüdür.İstanbul Üniversitesi Roma Hukuku kürsüsünde 46 yıl eğitim vermiştir.

Thursday, September 13, 2007

Bakıcı Bulma Serüvenimiz

Bilmezdim çocuk bakıcısı bulmanın bu kadar zor, adayların kifayetsiz olduğunu...
Efe 1-5 yıl boyunca kreşe gitti sabah işe giderken bıraktım, dönerken aldım onu kreşten. Sorun yok, sıkıntı yok, servise geç kaldık, bu servis nerde kaldı yada çocuk saatlerce dolaşıyor servisle kar soğuk demeden diye dertlenmeden geçirdik bu 1,5 yılı. Sonra...sonra biz kalktık Efe 'yi Charles de Gaulle Lisesi 'nin anaokuluna yazdırdık. Yazdırdık yazdırmasına da bu okulda anasınıfı üç yıl ve ilk yılı yarım gün, saat birbuçuğa kadar.Eeee...kim bakacak Efe'ye bu saatten sonra.Bakıcı bulmak lazım. İyi o zaman bulalım. Efe zaten daha kreşe devam ediyor. Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos...daha dört ay var başlamasına. Ama biz hemen bulalım da, çocuk yazı evde geçirsin, hem de okul başlayıncaya kadar iyice birbirlerine alışmış olurlar. Hem yeni bir okula hem de bakıcısına alışmanın sıkıntısını aynı anda yaşamasın çocuk, dedik.İyi de bakıcı nasıl ve nereden bulunur?Duyuyorum, aracı firmalar var, portföylerinde kayıtlı yüzlerce binlerce bakıcı adayı var, arıyorsunuz firmayı, aradığınız özellikleri söylüyorsunuz onlar size o özelliklere sahip istediğiniz sayıda aday gönderiyor, sizde görüşüyorsunuz onlarla, referanslarını arıyorsunuz, sabıka kaydı, sağlık raporu vs. istiyorsunuz.ı-ıh. Hiç bize göre değil.Başka?Gazete ilanı verilebilir. Olmaz.Gazete ilanıyla bulduğumuz kişiye nasıl güveneceğiz.Sabıka kaydı bulunmaması insanın doğru, dürüst en önemlisi ruhen sağlıklı olduğunu göstermezki. Referanslara sorma olayına gelince, nerden bileceğim referansların ayarlanmış kişiler olmadığını? Eee?En iyisi eşe dosta haber verelim, tanıdıkları, güvendikleri birisini tavsiye etsinler. Tanıdığımız aklımıza gelen herkese haber saldık, biz Efe'ye bakıcı arıyoruz diye. Bu arada, Efe saat 3'e kadar evde olmayacağı için, bayanın aynı zamanda evin ufak tefek işlerini ve Efe'nin yemeğini yapmasını da istiyoruz.
Günler geçityor kimseden ses yok, arıyorum soruyorum eşi dostu, filana söyledik kabul etmedi, falana söyledik tam da yeni başlamış bir ailenin yanına, önceden haberimiz olsaydı...,kimi ücreti az bulur, kimi evi uzak, kimi ev işi yapmak istemez, kimini ben beğenmem.Biz istiyoruz ki kırk yaşlarında, çoluğu çocuğu büyümüş, eli yüzü düzgün biri olsun, sigara kullanmasın. Ne çok şey istiyormuşuz meğer.Yok , yok.Kimi görüşmede ağzını açar açmaz ücreti soruyor, kimini genç buluyorum, kimi sigara içiyor, kimi de sigara içtiğini saklıyor.Bu arada Haziran sonunda kızkardeşimin düğünü için Antalya 'ya gideceğiz, ben istiyorum ki, giderken Efe'nin kreşle ilişiğini keseyim, dönüşte çocuk evde kalsın, dinlensin Eylül 'e kadar. Ne gezer.Tam gitmemize 2-3 gün kala bir arkadaşım-ki aynı sitede oturuyoruz-aradı, -Elif bugün parkta bir bakıcıyla tanıştım,bizim sitede bir ailenin yanında çalışıyormuş, ama memnun değilmiş, başka bir aile arıyormuş bizim sitede oturan,dedi.Bayan geldi akşam üzeri.Dış görünüm iyi,derli toplu, konuşma iyi.Baktım Efeyle ilgileniyor, biz görüşürken Efe- çişim geldi, dedi, kadın kalktı ben götüreyim dedi.İyi, güzel, ev işi konusuna sıcak baktı, yaparım tabi dedi, saat üçe kadar boş boş oturacak halim yok ya dedi. Halen bir komşumuzun yanında 3 yıldır, hafta da üç gün çalışıyormuş, ücretini düşük buluyormuş ve komşumuzun aşırı titiz olup, hergün aynı işleri yaptırdığından şikayetçi.Vaktiniz varsa eşim gelir birazdan, onunla da tanışırsınız dedim. Bu arada ücret konusu açıldı, o ne, istediği ücret bizim düşündüğümüzün çok üstünde.Neyse, eşim geldi, biriki dakika sonra gitti bayan. Giderkende -İnşallah arasınız beni, çok sevdim sizleri, çok isterim sizinle çalışmayı dedi. Biz de beğendik sizi ama, istediğiniz ücret çok dedim. Kusura bakmayın ama, zaten şimdiki aileden ücret konusunda memnun değilim, söylediğim ücretin altında çalışmam dedi. O gidince eşimle , ne yapalım iyi birisine benziyor, istediğimiz gibi birini de bulamıyoruz, kabul edelim bari istediği ücreti dedik.Ertesi gün ben adliyedeyken aramış bayan, gelince aradım, ağlamaklı bir ses, -Kusura bakmayın, eşim haftada 5 gün çalışmamı istemiyor, evi ihmal edersin diyor:Haydaaa... Neyse biz gittik 10 günlüğüne Antalya 'ya geldik, Efe kreşe devam.Bu arada arıyoruz, ben zaman zaman, şirketlerimi arasak diyorum, eşim şiddetle karşı çıkıyor.Bekleyelim buluruz diyor. Bir ay daha geçti, temmuz sonu, ben ve Efe tatil ,için yine Antalya 'ya gideceğiz, ben iyice panikteyim. Bu çocuk hem yeni okula, hem bakıcıya aynı anda nasıl alışacak diyorum.Giderken Antalya 'ya kreşe, biz artık ayrılıyoruz, dedim vedalaştık. Dedim ki eşime vallahi senin yada benim annem bakacak gelip, bakıcı buluncaya kadar. Gittik Antalya 'ya annemi ve kayınvalidemi yokluyorum, ikisi de hiç talip değil, gelip Efeye bir süre bakmaya, kimi işini, kimi eşini bahane ediyor. Neyse nazım yine kendi anneme geçti, geldi bizimle dönüşte.Bu arada büromozda çalışan Gülümser Hanımda gözüm, çok becerikli hanımefendi bir bayan, ama, oda yanaşmıyor evde çalışmaya.Derken bir gün Gülümser Hanım kızının bir arkadaşının annesinin aile yanında iş aradığını söyledi, aradım hemen kadıncağı, tatilde. Dönüşte geldi ofise, yanında da eşi.Görür görmez, işte bulduk dedim.Nihayet Efe okula başlamadan iki hafta önce Gönül Teyzesini bulduk, hemen kaynaştılar, çok seviyorlar birbirlerini. Efe okula da başladı geçen hafta, artık servisle saat üçte geliyor eve. Gönül Teyze si de servisten alıyor, yemeğini yediriyor, ben gelinceye kadar oynuyorlar. Şimdi herşey yolunda.
Ama çocuğunu bakıcıya bırakmak zorunda kalacaklara tavsiyem, aramaya çok önceden başlasınlar, eğer bizim gibi eş dost vasıtasıyla bulmak isterlerse çok zaman alabiliyor uygun birisinin çıkması. Ama gazete ilanı ve aracı firmalar da seçenek. Bir çok insan bu yollarla buluyor, seçenek daha fazla oluyor.
Dilerim ki,herkesin karşısına iyi kalpli,sağlıklı, deneyimli insanlar çıksın.İnsanın çocuğunu ve evini bir yabancıya emanet etmesi çok zor.