Tuesday, December 18, 2007

Başka Söze Gerek Var mı?

Soner YALÇIN sonery@hurriyet.com.tr

İran'a şeriat 'demokrasi' ve 'özgürlük' vaatleriyle geldi

AKP'nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye'nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu: "Darbe mi? Şeriat mı?" İşte Türkiye'nin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı; yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran'ın da gündemindeydi. İranlı solcular, demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı. Gelin İran'ın İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de, "mahalle baskısı" var mıymış görelim.
MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.Şah'ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı. Şah'ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk. Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.ÜZERİNDE DURMADIKHer şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran'ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran'da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.Pek üzerinde durmadık bu olayın, "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.Haberi ciddiye almadık; "Üç beş sapsızın işi" dedik.Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk. Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı."Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı. Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı! Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "İttifak" "Eylem Birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk. GEÇİŞ SANCILARI SANDIKHumeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu. Şiraz'da "İslam Mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran'da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu. Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu sonuncusu" diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.Kızların evlenme yaşı 18'den 13'e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı.Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.Hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık. REFERANDUM OYUNUÜç ay önce Humeyni, Paris'te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı. Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyeti'ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65'inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "İslam'a evet mi, hayır mı diyorsunuz?"Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler. Sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi.Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.HALKI ANLAYAMADIKMollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "Ayendegan" Gazetesi'ni kapattırdılar. Sıra sonra "Keyhan" Gazetesi'ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu. Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.Örtünmek moda oldu!Tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu. Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı.Kaçanlardan biri de bendim.Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır. (Not: Bu metin, Bahman Nirumand'ın "İran" kitabından derlenmiştir.)Türkiye'nin İran benzerliği çok şaşırtıcı
ÖNCE bir tespit yapalım:Diyorlar ki, "Türkiye, İran'a benzemez!"Yanılıyorlar.Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım:19. yüzyılda İngiltere'nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı.İki ülke de tarım ülkesiydi.20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi. Her iki ülke 1920'lerde yeni liderleriyle yönetildi:İran'da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti.Türkiye'nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk'tü.Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar. Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı.İran 1940'ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti.İran'da 1951'de, Türkiye'de 1960'ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı.İran'da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti.CIA, İran'daki darbeci Musaddık'ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi'yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti.Türkiye, 1961'de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı.1960'lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu. Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi.Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı.Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi.YEŞİL KUŞAK PROJESİBurada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970'li yılların son dönemini bir hatırlayalım.Sovyetler Birliği, Afganistan'a girmişti.ABD'nin kontrolündeki Şah, İran'ı terk etmişti. Türkiye'de büyük bir sol dalga vardı.Soğuk Savaş döneminde siz ABD'nin yerinde olsanız ne yaparsınız?İran'da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler.Türkiye'de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler.ABD, Şah'tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran'da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı.Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı.ABD, Sovyetler Birliği'ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu.Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu.Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti'ne izin vermeyeceğim" diyordu.Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar'ı destekliyordu.Bahtiyar, ABD ve İngiltere'ye danıştı. Tabii ki destek alamadı.Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi.Sonunda Humeyni, Tahran'a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan'ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu.Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti.Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi.Askerler bu kez Beni Sadr'ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı!DESTEK ESNAFTANİran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963'te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye'ye sürgüne gönderilmişti.Durum aslında bizim Nakşibendiler'e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse...Türkiye'deki İslami hareketler ile İran'daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı?Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı. Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi.Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık.Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran'a benziyor mu? B(Bu yazı Soner Yalçın 'ın 23.09.2007 tarihli Hürriyette yayımlanan yazısıdır.)

Soner Yalçın 'ın bu yazısını okurken aklıma bir fıkra geldi. Adamın biri bir kurbağayı haşlayıp yemek istemiş, atmış kurbağayı kaynar suya. Ayakları kaynar suya değer değmez sıçramış çıkmış bizim kurbağa kaynar kazandan. Adam bir daha denemiş, nafile, kurbağacık yine sıçramış çıkmış. Adam çaresiz, düşünürken biri akıl vermiş. Adam atmış kurbağayı soğuk suyun içine,başlamış alttan ısıtmaya. Bizim kurbağanın keyfine diyecek yok.Su ısındıkça bizimki bir rahatlamış bir gevşemiş, yata yata haşlanmış suyun içinde. Erbakan Hocalarının hamlelerinden sonra birileri akıl mı verdi bu iktidardakilere, ne dersiniz?

Tuesday, December 4, 2007

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEMOKRATİK LAİK SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİDİR.

"Türkiye Cumhuriyeti,.........................demokratik,laik ve sosyal bir hukuk devletidir. " der,Anayasamızın 2. maddesi.Güzeeeeelll...Peki nasıl demokratik olunur, nedir laik olmak?Öyle Anyasada yazmakla olunuyor mu ki demokratik ve laik?Türkiye demokratik ve laik bir Cumhuriyet ise ben nerede yaşıyorum, izlediğim TV kanalları, okuduğum gazeteler hangi ülkenin?Bu konuşan C.Başkanı ve Başbakan hangi ülkenin liderleri?Gazeteleri ve TVleri referans alırsak, Cumhurbaşkanımız buyurmuş,Türbana izin verecek bir YÖK başkanı atayacağım.Tanrım gözlerime ve kulaklarıma inanmak istemiyorum.Hadi demokrasi izin verdi, hadi laiklikte izin verdi diyelim,hukuk izin vermiyor hukuk!Demokrasi ve laikliği istediğiniz gibi keyfinize göre yorumluyorsunuz da, yargı kararlarını nasıl ters yüz edeceksiniz.Bu konu da Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 'nin kararları varken, o nasıl bir YÖK Başkanı olacak ki, Üniversitelerde türbana izin verecek?NASIL?Anayasaya hüküm mü koyacaksınız?Öyle mi?Var mı hakkınız?Adı üzerinde Anayasa, eski adıyla kanun-i Esasi. Anayasa neden vardır, herkes keyfine göre değiştirsin, delsin geçsin diye mi? Anayasa iktidarın sınırlarını çizer.Ona derki, bu devlet "demokratik, laik ve sosyal bir HUKUK devletidir" Sen iktidarını kullanırken bu sınırlar içinde kullanacaksın, rejimin bu özelliklerini kabul edeceksin, bunlara riayet edeceksin. Bu millet size"Demokratik, laik ve sosyal bir HUKUK devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni yönetmek için yetki verdi, yoksa alın bu ülke sizin, beğenmezseniz rejimini de değiştirirsiniz , istediğiniz gibi yönetin demedi. Sınırlarınız çizili, bu sınırlarınızın dışına çıkamazsınız, sınırlarınızı genişletemezsiniz. Sınırlarına uymayan, sınırları genişletmeye çalışan iktidar, ruhsata aykırı yapılmış bir bina gibi yıkılmaya mahkumdur.Anayasayı değiştirmek sadece sayısal çoğunluğa sahip olmakla olacak bir şey değildir.


Demokratik laik ve sosyal hukuk devletinin başbakanı yargı kararlarına karşı yorum yapıyor"Beyler bu sizin bileceğiniz iş değil, ulemaya sorun!


Demokratik Laik ve sosyal hukuk devletinin meclis başkanı"Dindar Cumhurbaşkanı seçeceğiz"diyor.


Demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin Cumhurbaşkanı"Türbana izin veren YÖK Başkanı seçeceğim"diyor.

Cumhurbaşkanının atadığı YÖK Başkanı da"“Onların savlarını biliyorum. Bunlar, üniversitenin dışında konmuş yasaklardır. Mahkemelerle ilgilidir. Bu bakış meselesidir. Öyle bir kural olabilir. Ama siz onu önemli görmeyebilirsiniz, bir sürü insanı rahat ettirirsiniz. Biz öyle bir sonucun çıkacağını ümit ediyoruz” diyor.


Demokrasi iki ucu keskin bıçak!Dönüp kendini bıçakladı, demokrasi kuralları gereği yapılan bir seçimle demokrasiyi amaç değil araç olarak gören,laikliği ters yüz eden, sosyal devleti vatandaşa sadaka vermek olarak algılayan, yargının yasaları değil ulemanın görüşlerini referans alması gerekliliğine inanan ve rektörlerin yargı kararlarını görmezden gelerek türban sorununu çözebileceğini düşünen bir zihniyet iktidar oldu. Demokrasi aracıyla demokrasiye inanmayan, geçmişte bunu açıkça söyleyen şimdi de her türlü eylem ve söylemleriyle ortayakoyan şahısları iktidara taşıdık. Ağlasak mı gülsek mi?Ne diyeceğiz, demokrasinin kestiği parmak acımaz mı?Acıyor, benim canım çok acıyor.Dünyada hiç bir demokratik ülkede demokrasi karşıtı güçlerin iktidarı ele geçirmesine göz yumulmaz. Demokrasi demokrasiyi ortadan kaldırmaya araç olmaz, olamaaaaaaz!

Friday, September 21, 2007

TÜRK TARİHİNE İMZA ATAN KADINLAR TÜRKİYE 'DE VE DÜNYADA İLKLER

Kadın Eserleri Kütüphanesi 2004 ajandası
Avukat: Süreyya Ağaoğlu.. Bakan Prof. Dr. Türkan Akyol.. Başbakan Prof. Dr.Tansu Çiller Belediye Başkanı: Müfide İlhan..Belediye Başkanı: Sadiye Ardahan..Büyükelçi: Filiz Dinçmen...Çöpçü: Elif Yazgandır.. Danıştay Başkanı: Füruzan İkincioğulları.. Danıştay üyesi: Şükran Esmerer.. Dışişleri görevlisi: Adile Ayla.. Dişhekimi: Ferdane Bozdoğan Erberk.. Doktor: Safiye Ali.. Dünya güzeli Keriman Halis.. Eczacı: Rukiye Kanat Arran.. Emniyet müdürü: Feriha Sanerk.. Fotoğrafçı: Semiha Es.. Gazeteci: Selma Rıza.. Genel müdür: Mükerrem Aker.. Hakim: Suat Berk.. Hazine Genel Müdürü: Aysel Gönül Öymen.. Hemşire: Esma Deniz.. Hesap Uzmanı: Müşeref Çallılar - Güzide Amark.. Heykeltraş: Sabiha Bengütaş.. Jet pilotu: Leman Altınçekiç.. Karakol Amiri: Nevlan Kulak-..Kaymakam: Özlem Bozkurt.. Kimyacı: Prof. Dr. Remziye Hisar.. Makinist: Seher Aytaç.. Milli Eğitim Müdürü: Güler Karakülah.. Milli maç hakemi: Lale Orta-.Muhtar: Mühendis Müzeci: Seniha Sami.. Orman mühendisi: Binnaz Zehra Sert.. Petrol mühendisi: Halide Ural Türktan.. Pilot: Sabiha Gökçen.. Polis memuru: Betül Diker-. Profesör: Prof. Dr. Fazıla Şevket Giz.. Radyo spikeri:Emel Gazimihal.. Rektör: Prof. Dr. Safet Rıza Alpar.. Savcı: Işıl Tüzünkan Koçhisarlıoğlu.. Savcı: N. Meliha Sanu.. Sayıştay üyesi: Fahrünisa Etmen.. Sendika başkanı: Dervişe Koç.. Subay: Ülkü Sema Toksöz.. TBMM başkanvekili: Neriman Neftçi.. Tv Spikeri: Nuran Devres.. Vali: Lale Aytaman.. Veteriner: Sabire Aydemir.. Yargıtay üyesi: Melahat Ruacan.. Yüksek idare mahkemesi Bşk: Firdevs Menteşe.. Yüksek mimar: Münevver Gözeler.. Yüksek mühendis: Sabiha Ecebilge.. Zabıta memuru: Afife İpek.. Ziraat mühendisi: Nezahat Süer
SORBONNE ÜNİVERSİTESİNDEN MEZUN İLK TÜRK KADINI TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN İLK KADIN KİMYACISI PROF. DR. REMZİYE HİSAR
Prof. Dr. Remziye Hisar, birçok ilke imzasını atmış bir Türk kadını. Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kadın kimyacısı olmasının yanısıra, Fransa'nın Sorbonne Üniversitesi'nden mezun olan ilk Türk kadını..1992 yılında yitirdiğimiz Remziye Hisar, tipik bir Cumhuriyet kadınıydı. Dünyaca ünlü fizikçi Feza Gürsey ve Milletlerarası Pisikoloji Cemiyeti'nin tek Türk azası psikiyatrist Deha Hanım'ın annesi Remziye Hisar, 1902 yılında Üsküp'te dünyaya gelmişti..Davutpaşa'daki üç yıllık Mekteb-i İptidayiyi bir yılda başarıyla tamamlayıp mezun olmuş ve dokuz yaşında ilk şahadetnamesini almıştı. Daha sonra, İttihat ve Terakki Mektebi ve Emirgan, İnas Rüştiyesi'ne devam eder. Çok sevdiği Türkçe öğretmeninin İstanbul Darülmuallimatı'na transfer olmasıyla, öğrenimini bu okulda sürdürür. 15 Temmuz 1919 tarihinde bu okulun Darülfünun'a hazırlamak üzere oluşturduğu iki sınıflık bölümünden birincilikle mezun olur. Sınıfın iyi öğrencileri arasında yeralan Remziye Hisar, küçük sınıflardaki öğrencilere geometri ve matematik dersleri vermeye başlar. Mezun olmasının ardından Darülfünun'un kimya bölümüne kaydını yaptıran Remziye Hisar, kimya bölümünü yeğlerken Türkiye'yi temsil eden bir ismin bulunmamasının kendisini üzmüş olmasından ötürü seçtiğini yakınlarına anlatır. Kız öğrencilerin erkek öğrencilerden ayrı saatlerde ders aldığı bu dönemde, öğretmeni ve okul arkadaşlarıyla birlikte Bakü'ye gider. Ve birden bire bir savaşın tam ortasında bulur kendisini. Kafkasya'daki savaşlar ve Bakü'de kendilerine gereksinim olmadığını öğrenmek bile onu yıldırmaz ve bir erkek öğretmen okulunda öğrencilere ders verir. Ancak, terslikler ve şanssızlıklar birbirini izler Sovyet Rusya'nın Azerbaycan'ın bağımsızlığına son vermesi ile orada tanışıp evlendiği eşi Doktor Reşit Süreyya Gürsey ile birlikte İstanbul'a döner. İlk çocuğunu dünyaya getirmesinin ardından, Adana'da Darülmuallima'ya müdür olarak tayin olan Remziye Hisar, çocuğunu annesine bırakarak Adana'ya gider. Güç koşullarda çalışmasını sürdürmek zorunda kalan Hisar, eşinin tedavi için Paris'e gitmesinin ardından, bilgisini geliştirmek için Paris'e gider. Adını bilim dinyasında duyurmak amacı ile Sorbonne'da kimya bölümünde öğrenim görmeye başlar. Biyokimya sertifıkası alan Hisar, Paris'te Maarif Vekaleti'nin verdiği bursla öğrenim görür. Doktorasına başlayacağı dönemde bursu kesilen Hisar, Erenköy Lisesi'ne kimya öğretmeni olarak atanır. Öğrenimini yarım bırakmak zorunda kalarak yurda dönen Remziye Hisar, zorlu bir çaba sonucunda doktorasını yapmak üzere 1930 yılında yeniden Paris'e gider. Eşinden boşanan ve Paris'e kızı ve kardeşiyle giden Remziye Hisar, günlerini çalışmaya verir. Doktora tezini tamamlamasının ardından, Türkiye'ye döner. 1933 - 1936 yılları arasında İstanbul Üniversitesi'nde kimya ve fıziko kimya doçenti olarak görev yapar. Daha sonra, Ankara Hıfsısıhha Müessesesi'ne farmakodinami şubesi hayati kimya mütehassısı olarak atanır. 1947 yılında İTÜ Makine ve Kimya doçentliği görevine başlayan Hisar, 1959 yılında profesör olduktan sonra 1973 yılında da, emekliye ayrılır.
KUMARI YASAKLAYAN İLK KADIN MUHTAR ATATÜRK'ÜN ÖDÜLLENDİRDİĞİ KADIN GÜL ESİN AYDIN
1933 yılında Türkiye'nin ilk kadın muhtarı seçilen Gül Esin Aydın, Çine İlçesi, Karpuzlu Bucağı'nın muhtarlığını yaptığı dönemde Atatürk tarafından ödüllendirilmiştir.Muhtar olmasının ardından kahvehanelerde kumar oynamayı yasaklayan Gül Esin, kız kaçırma olaylarını önlemiş ve nikah işlerini düzene sokarak da büyük başarı elde etmişti.
KORE SAVAŞINI GÖRÜNTÜLEYEN KADIN İLK TÜRK KADIN FOTOĞRAFÇISI SEMİHA ES
1956 yılında Tifdruk tekniği ile basılan Hayat Dergisi fotoğraf dünyamıza yeni değerler kazandıran bir dergi oldu. Derginin birinci sayısında Hikmet Ferudun Es'in Malatya'dan yolladığı bir yazı dizisi yayınlanmaya başlamıştı. Bu röportajı fotoğraflarıyla zenginleştiren ise; Semiha Es idi..Bu ikili daha sonra, Kongo, Hollywood yıldızları, kadın gözü ile Tahran isimli çalışmalara Hayat Dergisi bünyesinde imza attılar.25 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu'nda Kore Savaşı'na katılmak üzere 4 bin 500 kişilik silahlı birliğin Birleşmiş Milletler emrine verilmesi kararlaştırıldı. Hürriyet Gazetesi, savaşın görüntülenmesi için, Semiha Es'i görevlendirdi. 11 Kasım 1950 tarihinde gazetede verilen Kore eki ile Türkler savaşı Semiha Es'in objektifınden izleme olanağına kavuştu.
İLK KADIN DOKTOR KURTULUŞ, BALKAN VE 2. DÜNYA SAVAŞLARININ DOKTORU SAFİYE ALİ
Osmanlı İmparatorluğu döneminde çeşitli hizmetleriyle tanınmış bir ailenin kızı olan Safiye Ali, 1891 yılında İstanbul'da dünyaya gelmiş, özel eğitiminin yanısıra Amerikan Kız Koleji'nden mezun oldu. Balkan savaşı günlerinde cepheden getirilen pekçok yaralıyı görüp doktor olmaya karar verir. Ancak; onun bu isteğini gerçekleştirmek zor olacaktı. Çünkü; o yıllarda bir kadının tıp öğrenimi görmesi olanaksızdı. Oldukça yetenekli ve başarılı bir kişi olarak dikkatleri çeken Safiye Ali, dönemin Maarif Vekili Şükrü Bey'in desteği ile Almanya'ya tıp eğitimine gönderilir. Bu ülkede kadın ve çocuk hastalıkları üzerine ihtisas yapan Safiye Ali, Kurtuluş Savaşı'nın sona erdiği günlerde yurda döner ve hemen işe başlar. Kısa sürede Cağaloğlu'nda açtığı klinikte tedaviye başlayan Safıye Ali, o dönemin ünlü doktorlarından Besim Ömer Paşa, Akil Muhtar ve Operatör Emin Bey'den büyük destek görerek süt ve bakımevlerinde çalışır. Ayrıca Türkiye'yi yurtdışındaki tıp kongrelerinde temsil eden Safiye Ali, bir zaman sonra sağlık nedeniyle eşiyle birlikte Almanya'ya gider ve mesleğini burada sürdürür.İkinci Dünya Savaşı günlerinde Almanya'da yara alanların ve hastaların bakımını üstlenen Ali, savaşın ardından Türkiye'ye döner. Yakalandığı kanserden kurtulamayan Safıye Ali, 1952 yılında yaşamını yitirir.
İLK AVUKAT SÜREYYA AĞAOĞLU
Yassıada'da hukuk profesörü babasını savundu..Hür Fikirleri Yayma Derneği'nin kurucusu..Çocuk Dostları Derneği'nin kurucusu..Milletlerarası Hukukçular Komisyon'u üyesi..Milletlerarası Barolar Birliği Yönetim Kurulu İdari Heyeti Üyesi.. Yazar.. Kadın hakları savunucusu..Süreyya Ağaoğlu, tarihimize ilk kadın avukat olarak geçmiştir. 1989 yılında 85 yaşında yitirdiğimiz Ağaoğlu, yaşadığı dönemin en cesur entellektüel kadınlarından birisiydi. 58 yıl süreyle avukatlık yapan Süreyya Ağaoğlu, hukuk Profesörü Ahmet Ağaoğlu'nun kızıydı. Lise yıllarında sınıfta cumhuriyet rejiminden söz ettiğinde, arkadaşlarının: gavur olarak çağırdığı Süreyya Ağaoğlu, avukat olmayı kafasına koyar. Hukuk fakültesine kaydını yaptırmak istediğinde ise; engellerle karşılaşır. O yıllarda kız öğrenci olmadığından, üniversitenin rektörü olan Haldun Taner'in babası Selahattin Bey'e başvurur. Dönemin kadınlarının henüz çarşafla dolaştığı bir zamanda başını bile kapatmadan görüşmeye giden Ağaoğlu, Selahattin Bey'e fakülteye girmek istediğini söylediğinde, odanın içinde kahkahalar yankılanır. Ancak; Süreyya Ağaoğlu, bu direnişin ardından kendisi gibi avukat olmak isteyen 3 arkadaşını daha ***ürünce, Size hemen fakülteyi açalım cevabını alır. O yıllarda öğleden önce erkeklere, öğleden sonra ise; kadınlar ders izleyebiliyor ve oldukça da yorucu olduğundan, fakültenin çabası yalnızca bir dönem sürmüş. Başını kapatmamakta direnen Ağaoğlu'na erkekler, Başını açma dediklerinde verdiği yanıt: Ben açıyorum, sen bakma oluyormuş. Hukuk Fakültesi'nden mezun olan Süreyya Ağaoğlu, avukatlığının yanısıra sıkı bir kadın hakları savunucusu olur.1948 yılında Berlin, Milletlerarası Hukukçular Komisyonu Üyesi olan Ağaoğlu, Hür Fikirleri Yayma Derneği, Çocuk Dostları Derneği'nin de kurucusu..1949 yılında Milletlerarası Barolar Birliği Yönetim Kurulu İdari Heyeti'ne seçilen Ağaoğlu, 1960 ihtilalinin ardından Yassıada Davaları'nda babasının avukatlığını üstlenerek hukuk savaşı verir.Süreyya Ağaoğlu, Adli Mülahazat adlı İngilizce bir etüt, Londra'da Gördüklerim ve Bir Hayat Böyle Geçti isimli kitapların yazarı.
İLK KADIN HEYKELTRAŞ SABİHA BENGÜTAŞ
Heykellere şekil veren ilk kadın parmakları Sabiha Bengütaş'a ait. O Türkiye'nin ilk kadın heykeltraşı olarak tanınıyor. Atatürk, İsmet İnönü, Abdülhak Hamid, Ahmet Haşim, Bedia Muvahhit gibi tarihte iz bırakan pekçok kişi onun parmaklarında yoğurduğu çamurla abideleşti.1940 yılında dünyaya gelen Sabiha Bengütaş, babasının Şam'da görevlendirilmesiyle eğitimini Şam'da Fransız Katolik Okulu'nda yapmış. İstanbul'a dönmelerinin ardından Köprülü Fuat Paşa Okulu'na devam edip mezun oldu. Küçük yaşlarda güzel sanatlara ilgi duyduğundan henüz liseyi bitirmeden 16 yaşındayken Sanayi-i Nefise Mektebi in resim bölümüne kaydolmuş. Kendi kendisine antik bir büstü kopya eden Sabiha Bengütaş'ın bu yaptığını gören heykel öğretmeni, kendisinin yaptığına başta inanmadıysa da, daha sonra ikna olunca onu destekleyip okulun heykel bölümüne ilk kız öğrenci olarak alınmasına yardımcı oldu. Yeteneği kısa sürede farkedilen Bengütaş, okulunu birincilikle bitirdi. Roma Güzel Sanatlar Akademisi'nde ihtisas yaptı. İtalya'da büyük deneyimler kazanan Sabiha Bengütaş, Taksim Meydanı'ndaki Atatürk abidesini yapan ünlü İtalyan heykeltraş Canoci'nin asistanlığını yaptı. Abdülhak Hamid'in torunu Emin Bey ile evlenen Sabiha Bengütaş, kocasının diplomat olması nedeniyle birçok yabancı ülkede bulundu, mesleğini bu ülkelerde sürdürdü.Geleneksel Galatasaray sergisine 1925 yılında katılan ilk kadın sanatçılardan biri olan Bengütaş, 1938 yılında Atatürk ve İnönü için açılan heykel yarışmasında birincilik aldı. Atatürk heykeli Çankaya Köşkü'nün bahçesinde, İnönü heykeli ise; Mudanya'da bulunmaktadır. Uzun yıllar çalışmasını sürdüren Bengütaş, 1992 yılında yaşamını yitirdi.
İLK KADIN MUHASEBECİ İLK KADIN BANKA MÜDÜRÜ İLK KADIN EKONOMİ DOKTORU ATATÜRK'ÜN YURTDIŞI EĞİTİMİNE GÖNDERDİĞİ KADIN İCLAL ERSİN
Türkiye'de kadın olarak pekçok ilke imzasını atan İclal Ersin, ilk kadın muhasebeci, ilk kadın banka müdürü ve ekonomi doktorudur.1928 yılında Türkiye İş Bankası'nda muhasebeci olarak göreve başlayan İclal Ersin, İş Bankası'nın kurucusu Celal Bayar tarafından Atatürk'e ilk kadın muhasebeci olarak tanıtılınca, Atatürk'ün ilgisini çekmiş, en büyük arzusunun yurtdışında eğitim almak olduğunu söylemesi üzerine, Türk kadınının gelişmesine ve iş yaşamında yer almasına çok önem veren Atatürk tarafından 1939 yılında Cenevre'ye eğitime gönderilir. Türkiye'de meslek gelirlerinin vergilendirilmesi başlıklı tezini Fransızca olarak hazırlayıp doktorasını tamamlar ve 1941 yılında Türkiye'ye dönüp Türkiye'nin ilk iktisat doktoru ünvanını elde eder. İş Bankası'nın Ankara Merkez Şubesi'nin Teftiş Servis Şefliği, İstanbul-Beyoğlu ve Galata şubelerinde kontrolörlük görevlerinin ardından, 1953 yılında açılan İş Bankası Nişantaşı Şubesi müdürlüğü görevine atanır ve on yıl süreyle bu görevde kalır. Böylece Türkiye'nin ilk kadın banka müdürü ünvanını da elde etmiş olur.
İLK KADIN SAVAŞ PİLOTU ŞENAY GÜNAY
Türkiye'de uçağa binen ilk kadın Belkıs Şevket Hanım'dır. (1912) Türkiye'nin ilk uçağını kullanan kadın ise; Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçe'dir. Türkiye'nin ilk kadın askeri pilotu yine Sabiha Gökçe'dir. Atatürk'ün Türk kadınının her alanda başarılı olabileceğine inandığını, buna örnek olarak da kendisini yetiştirmek istediğini söylemesi üzerine 1935 yılında havacılığa başlayan Sabiha Gökçen, Sovyetler Birliği'nde Yüksek Planör Okulu'nu bitirdikten sonra, planör öğretmenliği yaptı. Türk havacılık tarihi ilerleyen yıllarda başka kadın pilotları da yetiştirdi. Bunlardan birisi var ki, bir ilke imza attı. Şenay Günay, ilk kadın savaş pilotumuz olarak tarihe geçti.Demokrat Merkez Parti'nin kurucu üyelerinden de olan Şenay Günay, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin ikinci sınıfında okurken, Hava Harp Okulu'na kız öğrenci alınmasına dair çıkan yasadan yararlanarak 1956 yılında bir kız arkadaşı ile birlikte Hava Harp Okulu'na girer. İki yıl eğitim alan Günay,Asteğmen olarak mezun olduktan sonra; İzmir-Gaziemir'deki Uçuş Okulu'na gider. Bu okuldan sonra; Eskişehir Jet Filo Komutanlığı'nda eğitimine devam eden Günay, jet brövesi alarak jet pilotu oldu ve 22 yıl süreyle Türk Hava Kuvvetleri'nde hizmet gördü.
İLK KADIN SENDİKACI ZEHRA KOSOVA DURMAZ
13 GÜN İŞKENCEDE KALAN, 45 GÜN FALAKAYA YATARILDIĞINDAN 6 AY TEDAVİ GÖREN, TÜTÜNCÜLER KRALİÇESİ Zehra Kosova Durmaz, Türkiye'nin ilk kadın sendikacısıdır. 1928 yılında illegal bir tütün işçisi olarak ilk sendikal faaliyete başlayan Durmaz, çalışmalarını 1946 yılında Ferit Kalmak başkanlığında tütüncüler kendi sendikalarını kurana değin yoğun ve illegal biçimde sürdürdü. Sendikacılık yaptığı dönemde 13 gün işkencede kalan Durmaz, 45 gün falakaya yatırılmış ve bu nedenle 6 ay tedavi görmüştür. 1950 yılında sendikanın kapanmasıyla birlikte tutuklanan ve 1951 yılında 16 ay Harbiye Askeri Cezaevi'nde tutuklu kalan Durmaz, hapisten çıkınca sendikal yaşama yeniden dönmüştür.
İLK KADIN MUHABİR İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİNİN TEK KADIN ÜYESİ SELMA RIZA
Selma Rıza, ilk kadın gazetecidir. Avusturya’lı bir anne ve Türk bir babanın kızı olan Selma Rıza, Osmanlı döneminin kültür ağırlıklı bir ailenin kızıydı. 1877 yılında ilk Osmanlı Parlamentosu'nda görev almış olan babası Ali Rıza Bey, diplomat olarak görev yaptığı Avusturya'da tanıştığı ve daha sonra müslüman olan Naile Hanım ile evlenir. Yedi çocuğu olan çiftin, en küçük kızları olan Selma Rıza, özel öğretmenlerin denetiminde dersler alır ve 19. yüzyıl sonlarına doğru ailesinden gizli olarak İstanbul'dan kaçar ve Paris'te bulunan Jöntürk liderlerinden ağabeyi Ahmet Rıza'nın yanına gider. Sorbonne Üniversitesi'ne giden Selma Rıza Paris'te yaşadığı 10 yıl boyunca Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olur. Bu cemiyetin tek kadın üyesi olan Selma Rıza, Fransızca olarak Paris'te yayınlanan Meşveret Gazetesi de ve Türkçe olarak yayınlanan Şura-yı İmmet gazetesinde çalışır. 1908 yılında Meşrutiyet'in ilanının ardından İstanbul'a dönen Selma Rıza, dönüşünden sonra gazetecilik yapmadı ancak, Kızılay'ın kurulması için çalışmalara katıldı. Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti olarak bilinen bu kuruluşun yönetimindeki fikirler ile hemfikir olmayınca 5 yıl boyunca genel sekreterliğini yaptığı bu kuruluştan ayrıldı. 1931 yılında 59 yaşında ölen Selma Rıza'ın kaleme aldığı iki romanı var.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN İLK KADIN BAKANI Prof.Dr. TÜRKAN AKYOL
Cumhuriyet döneminin ilk kadın bakanı, 1971 yılında kurulan partilerüstü Nihat Erim Hükümeti'nde Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı olarak görev alan Prof. Dr. TürkanAkyol, Başbakan Nihat Erim tarafından parlamento dışından atanmıştı. Bakanlığının sekizinci ayında hükümet içinde çıkan anlaşmazlıklardan ötürü 11 Bakan ile birlikte görevinden istifa eden Akyol, istifasının ardından Ankara Üniversitesi Rektörlüğü'ne seçildi ve1983 yılında SODEP'in kurucusu olarak siyasete atıldı. Halen serbest doktorluk yaparak yaşam sürdürmektedir.
İLK KADIN BÜYÜKELÇİ FİLİZ DİNÇMEN
Filiz Dinçmen, 1939 Zonguldak doğumlu. Ankara Kız Lisesi'ni bitirdikten sonra;Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olan Dinçmen 1961 yılında Dışişleri Bakanlığı, BM Dairesi 3. katibi oldu. 1982 yılında Hollanda Lahey Büyükelçisi olan Dinçmen,1984 yılında Strasbourg'da Avrupa Konseyi Türkiye Daimi Temsilcisi oldu. 1988 yılında ise; bakanlığın ilk kadın müsteşar yardımcısı ve 1991 yılında bakanlık sözcüsü oldu. Filiz Dinçmen'e göre kadın katkısı olmazsa ülke kalkınamaz. Kadınların Türkiye'de tüm haklara ulaşması ve toplumun gelişmesine, kalkınmasına yardımcı olmaları, bu yolda sorumluluk yüklenmeleri bir zorunluluktur.
İLK KADIN MÜZECİ SENİHA SAMİ
Türkiye'nin ilk kadın müzecisi Seniha Sami'dir. Türkiye'de Batılılardan sonra;başlayan müzecilikte Cumhuriyet tarihinin ilk uzmanlık görevini alan kadın müzeci Seniha Sami'nin ailesinden gelen bir birikimi vardı. 1886 yılında dünyaya gelen Seniha Sami, küçük yaşlarda Türkçe'nin yanı sıra İngilizce, Fransızca ve Farsça'yı öğrendi. Atatürk'ün Cumhuriyet'in ilk yıllarında eğitime yön vermek üzere Amerika'dan getirttiği profesörlerin eserlerini tercüme eden Seniha Sami, Topkapı Sarayı Müzesi'nin yönetimine atanarak ilk kadın müzecimiz olmuştur.
İLK KADIN MİLLETVEKİLİ BENAL ARIMAN
Seçilme hakkını kullanan ilk kadın olan Benal Arıman, 1935 yılında Atatürk'ün meclisinde bileğinin hakkıyla kazanan ilk kadın milletvekilidir. İzmirli gazeteci Tevfik Nevzat Bey'in kızıdır. Sorbonne Üniversitesi'nde edebiyat eğitimi alan Arıman, daha sonra İzmir'de Halk Partisi'nde görev almış, kadınların partilere girmediği o yıllarda, latin alfabesinin öğrenilmesi ve yaygınlaşabilmesi için çaba harcıyordu. Daha sonra, milletvekili seçilen Arıman, belediye ve parti üyeliğinden sonra, bir kadın olarak konumundan ötürü hiçbir rahatsızlık yaşamamış olduğunu dile getirmektedir. 16 yıl süreyle kadın milletvekili olarak görev yapan Benal Arıman, hamileliği döneminde yıllık izinlerini kullanıp gizlice doğum yapmış ve hamileliği esnasında TBMM'de bulunmamayı uygun görmüştür.
İLK KADIN HEMŞİRE ESMA DENİZ
Esma Deniz, 1924 yılında Amerikan Hastanesi Hemşirelik okulunu bitirmesinin ardından, Amerika'da New York Columbia Üniversitesi, Teachres Colege'e giden Deniz, 1929 yılında mezun olduktan sonra, bir yıl Amerika'da kalarak çalışmasının ardından yurda dönerek hemşireliğini sürdürdü. Esma Deniz, 73 yılını hemşireliğe adadı. 95 yaşında hayata gözlerini yuman Deniz, 1943 yılında açılan Türk Hemşire Derneği'nin kurucularından olup bu derneğin 18 yıl süreyle başkanlık görevini üstlendi. Türk hemşirelerini Uluslararası Hemşireler Birliği'nde temsil eden EsmaDeniz, Türkiye'nin Toplum Sağlığı Hemşiresi ünvanına sahipti. Kızılay Özel Hemşirelik Lisesi'nin organizasyonunda görev aldı. Florence Nightingale Hemşirelik Okulu'nun kurulmasına da katkılarda bulunmuştu.
Cumhuriyet tarihindeki ilk kadınlar şunlar: İlk alfabenin yazarı: Melahat Uğurkan İlk avukat: Süreyya Ağaoğlu İlk bakan: Prof. Dr. Türkan Akyol İlk başbakan: Prof. Dr. Tansu Çiller İlk belediye başkanı: Müfide İlhan İlk büyükelçi: Filiz Dinçmen İlk Danıştay Başkanı: Füruzan İkincioğulları İlk Danıştay üyesi: Şükran Esmerer İlk diş hekimi: Ferdane Bozdoğan Erberk ilk doktor: Safiye Ali İlk dünya güzeli: Keriman Halis İlk eczacı: Rukiye Kanat Arran İlk emniyet müdürü: Feriha Sanerk İlk hakim: Suat Berk İlk hazine genel müdürü: Aysel Gönül Öymen İlk hemşire: Esma Deniz İlk hesap uzmanı: Müşerref Çallılar ve Güzide Amark İlk heykeltıraş: Sabiha Bengütaş İlk hukukçu: Beraat Zeki Üngör İlk jet pilotu: Leman Altınçekiç İlk karakol amiri: Nevlan Kulak İlk kaymakam: Özlem Bozkurt İlk kimyacı: Remziye Hisar ilk makinist: Seher Aytaç İlk milli eğitim müdürü: Güler Karakülah İlk milli maç hakemi: Lale Orta İlk muhtar: Gül Esin İlk müzeci: Seniha Sami İlk opera sanatçısı: Semiha Berksoy İlk orman mühendisi: Binnaz Zehra Sert İlk otomobil yarışçısı: Samiye Morkaya İlk petrol mühendisi: Halide Ural Türktan İlk pilot: Sabiha Gökçen ilk polis memuru: Betül Diker İlk profesör: Dr. Fazıla Şevket Giz İlk radyo spikeri: Emel Gazimihal İlk savcı: Tüzünkan Koçhisaroğlu İlk sayıştay üyesi: Fehrunisa Etmen İlk senatör ve elçi: Adile Ayda İlk sendika başkanı: Dervişe Koç ilk subay: Ülkü Sema Toksöz İlk TBMM başvekili: Neriman Neftçi İlk Türkiye güzeli: Feriha Tevfik İlk TV spikeri: Nuran Devres İlk vali: Lale Aytaman İlk veteriner: Sabire Aydemir İlk yargıtay üyesi: Melahat Ruacan İlk yüksek mahkemesi başkanı: Firdevs Menteşe ilk yüksek mimar: Münevver Gözeler İlk yüksek mühendis: Sabiha Ecebilge Cumhuriyet tarihinin ilk güzellik kraliçesi 1929 yılında yapıldı ve Feriha Tevfik kraliçe seçildi. İlk kadın vali Lale Aytaman. İlk kadın bakan Türkan Akyol. Cumhuriyet tarihinde ilk kez sahneye çıkan kadın sanatçı Bedia Muvahhit Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen, aynı zamanda cumhuriyetin ilk kadın pilotu unvanını taşıyor.
http://www.byturk.us/
Bu yazıda yer alan ilklere ben de bir ilk eklemek istiyorum.
Türkan Rado(30.10.1915-3.03.2007)
Türkiyenin ilk kadın Hukuk profesörü ve dünyadaki ilk kadın Roma Hukuku profesörüdür.İstanbul Üniversitesi Roma Hukuku kürsüsünde 46 yıl eğitim vermiştir.

Thursday, September 13, 2007

Bakıcı Bulma Serüvenimiz

Bilmezdim çocuk bakıcısı bulmanın bu kadar zor, adayların kifayetsiz olduğunu...
Efe 1-5 yıl boyunca kreşe gitti sabah işe giderken bıraktım, dönerken aldım onu kreşten. Sorun yok, sıkıntı yok, servise geç kaldık, bu servis nerde kaldı yada çocuk saatlerce dolaşıyor servisle kar soğuk demeden diye dertlenmeden geçirdik bu 1,5 yılı. Sonra...sonra biz kalktık Efe 'yi Charles de Gaulle Lisesi 'nin anaokuluna yazdırdık. Yazdırdık yazdırmasına da bu okulda anasınıfı üç yıl ve ilk yılı yarım gün, saat birbuçuğa kadar.Eeee...kim bakacak Efe'ye bu saatten sonra.Bakıcı bulmak lazım. İyi o zaman bulalım. Efe zaten daha kreşe devam ediyor. Mayıs, Haziran, Temmuz, Ağustos...daha dört ay var başlamasına. Ama biz hemen bulalım da, çocuk yazı evde geçirsin, hem de okul başlayıncaya kadar iyice birbirlerine alışmış olurlar. Hem yeni bir okula hem de bakıcısına alışmanın sıkıntısını aynı anda yaşamasın çocuk, dedik.İyi de bakıcı nasıl ve nereden bulunur?Duyuyorum, aracı firmalar var, portföylerinde kayıtlı yüzlerce binlerce bakıcı adayı var, arıyorsunuz firmayı, aradığınız özellikleri söylüyorsunuz onlar size o özelliklere sahip istediğiniz sayıda aday gönderiyor, sizde görüşüyorsunuz onlarla, referanslarını arıyorsunuz, sabıka kaydı, sağlık raporu vs. istiyorsunuz.ı-ıh. Hiç bize göre değil.Başka?Gazete ilanı verilebilir. Olmaz.Gazete ilanıyla bulduğumuz kişiye nasıl güveneceğiz.Sabıka kaydı bulunmaması insanın doğru, dürüst en önemlisi ruhen sağlıklı olduğunu göstermezki. Referanslara sorma olayına gelince, nerden bileceğim referansların ayarlanmış kişiler olmadığını? Eee?En iyisi eşe dosta haber verelim, tanıdıkları, güvendikleri birisini tavsiye etsinler. Tanıdığımız aklımıza gelen herkese haber saldık, biz Efe'ye bakıcı arıyoruz diye. Bu arada, Efe saat 3'e kadar evde olmayacağı için, bayanın aynı zamanda evin ufak tefek işlerini ve Efe'nin yemeğini yapmasını da istiyoruz.
Günler geçityor kimseden ses yok, arıyorum soruyorum eşi dostu, filana söyledik kabul etmedi, falana söyledik tam da yeni başlamış bir ailenin yanına, önceden haberimiz olsaydı...,kimi ücreti az bulur, kimi evi uzak, kimi ev işi yapmak istemez, kimini ben beğenmem.Biz istiyoruz ki kırk yaşlarında, çoluğu çocuğu büyümüş, eli yüzü düzgün biri olsun, sigara kullanmasın. Ne çok şey istiyormuşuz meğer.Yok , yok.Kimi görüşmede ağzını açar açmaz ücreti soruyor, kimini genç buluyorum, kimi sigara içiyor, kimi de sigara içtiğini saklıyor.Bu arada Haziran sonunda kızkardeşimin düğünü için Antalya 'ya gideceğiz, ben istiyorum ki, giderken Efe'nin kreşle ilişiğini keseyim, dönüşte çocuk evde kalsın, dinlensin Eylül 'e kadar. Ne gezer.Tam gitmemize 2-3 gün kala bir arkadaşım-ki aynı sitede oturuyoruz-aradı, -Elif bugün parkta bir bakıcıyla tanıştım,bizim sitede bir ailenin yanında çalışıyormuş, ama memnun değilmiş, başka bir aile arıyormuş bizim sitede oturan,dedi.Bayan geldi akşam üzeri.Dış görünüm iyi,derli toplu, konuşma iyi.Baktım Efeyle ilgileniyor, biz görüşürken Efe- çişim geldi, dedi, kadın kalktı ben götüreyim dedi.İyi, güzel, ev işi konusuna sıcak baktı, yaparım tabi dedi, saat üçe kadar boş boş oturacak halim yok ya dedi. Halen bir komşumuzun yanında 3 yıldır, hafta da üç gün çalışıyormuş, ücretini düşük buluyormuş ve komşumuzun aşırı titiz olup, hergün aynı işleri yaptırdığından şikayetçi.Vaktiniz varsa eşim gelir birazdan, onunla da tanışırsınız dedim. Bu arada ücret konusu açıldı, o ne, istediği ücret bizim düşündüğümüzün çok üstünde.Neyse, eşim geldi, biriki dakika sonra gitti bayan. Giderkende -İnşallah arasınız beni, çok sevdim sizleri, çok isterim sizinle çalışmayı dedi. Biz de beğendik sizi ama, istediğiniz ücret çok dedim. Kusura bakmayın ama, zaten şimdiki aileden ücret konusunda memnun değilim, söylediğim ücretin altında çalışmam dedi. O gidince eşimle , ne yapalım iyi birisine benziyor, istediğimiz gibi birini de bulamıyoruz, kabul edelim bari istediği ücreti dedik.Ertesi gün ben adliyedeyken aramış bayan, gelince aradım, ağlamaklı bir ses, -Kusura bakmayın, eşim haftada 5 gün çalışmamı istemiyor, evi ihmal edersin diyor:Haydaaa... Neyse biz gittik 10 günlüğüne Antalya 'ya geldik, Efe kreşe devam.Bu arada arıyoruz, ben zaman zaman, şirketlerimi arasak diyorum, eşim şiddetle karşı çıkıyor.Bekleyelim buluruz diyor. Bir ay daha geçti, temmuz sonu, ben ve Efe tatil ,için yine Antalya 'ya gideceğiz, ben iyice panikteyim. Bu çocuk hem yeni okula, hem bakıcıya aynı anda nasıl alışacak diyorum.Giderken Antalya 'ya kreşe, biz artık ayrılıyoruz, dedim vedalaştık. Dedim ki eşime vallahi senin yada benim annem bakacak gelip, bakıcı buluncaya kadar. Gittik Antalya 'ya annemi ve kayınvalidemi yokluyorum, ikisi de hiç talip değil, gelip Efeye bir süre bakmaya, kimi işini, kimi eşini bahane ediyor. Neyse nazım yine kendi anneme geçti, geldi bizimle dönüşte.Bu arada büromozda çalışan Gülümser Hanımda gözüm, çok becerikli hanımefendi bir bayan, ama, oda yanaşmıyor evde çalışmaya.Derken bir gün Gülümser Hanım kızının bir arkadaşının annesinin aile yanında iş aradığını söyledi, aradım hemen kadıncağı, tatilde. Dönüşte geldi ofise, yanında da eşi.Görür görmez, işte bulduk dedim.Nihayet Efe okula başlamadan iki hafta önce Gönül Teyzesini bulduk, hemen kaynaştılar, çok seviyorlar birbirlerini. Efe okula da başladı geçen hafta, artık servisle saat üçte geliyor eve. Gönül Teyze si de servisten alıyor, yemeğini yediriyor, ben gelinceye kadar oynuyorlar. Şimdi herşey yolunda.
Ama çocuğunu bakıcıya bırakmak zorunda kalacaklara tavsiyem, aramaya çok önceden başlasınlar, eğer bizim gibi eş dost vasıtasıyla bulmak isterlerse çok zaman alabiliyor uygun birisinin çıkması. Ama gazete ilanı ve aracı firmalar da seçenek. Bir çok insan bu yollarla buluyor, seçenek daha fazla oluyor.
Dilerim ki,herkesin karşısına iyi kalpli,sağlıklı, deneyimli insanlar çıksın.İnsanın çocuğunu ve evini bir yabancıya emanet etmesi çok zor.

Thursday, July 19, 2007

Çocuk Denilen Mucize

Çocuklar çok çabuk büyürler!Sürekli beraberken onların ne kadar büyüdüklerini pek farketmeyiz genelde. 1-2 ay aradan sonra görüştüğümüz bir arkadaşımız , yakınımız görünce çocuğu-Maşallah ne kadar büyümüş! dediğinde,-Ya!Büyümüş mü teyzesi? bunu çocuğumuza iyi baktığımıza övgü olarak kabul ederiz.Gerçekten de bir kaç ayda bile çok büyür, değişir ve gelişir çocuklar. Özellikle ilk 3 yılda. 9 aylıkken yürüyemeyen çocuk 12 aylıkken artık yürüyor, bıcır bıcır geziyordur evin içinde. 2,5 yaşında altı bezlenen çocuğu bir kaç ay sonra gördüğümüzde -Annneeee!bitti, diye bağırıyordur tuvaletten.2 yaşında 50-100 kelimeyi yarım yamalak söyleyen afacanlar, 3 yaşında susmak nedir bilmezler.
Efe 4 yaşına yaklaşıyor, 3,5 ay sonra 4 yaşını dolduracak. Geriye dönüp baktığımda ne heyecanlar yaşattı bize. Efe 3 aylıkken ağzından salyalar akıtıyordu. Diş mi çıkarıyor yoksa, dedik doktoruna.Yok canım daha erken dedi.Efe 4,5 aylıkken 2 alt dişi ile sırıtıp duruyordu.6 aylıkken emekliyor, 7 aylıkken desteksiz oturuyor, 8 aylıkken tutunup ayağa kalkıyor, 9 aylıkken elimizden tutup yürümek için can atıyor, 10,5 aylıkkende yürüyordu. Ben bu gelişmelerin hepsine saniye saniye tanık oldum.Birgün yüzüstü yatağa bırakıp odadan çıktım döndüğümde sırtüstü yatıyordu. Yanımda arkadaşım Zeliha da vardı, ya Zeliha ben Efe'yi yüzüstü bırakmadım mı dedim,evet, dedi, ama biz yine de acaba yanlış mı hatırlıyoruz dedik, ertesi gün görünce döndüğünü emin olduk.
Genelde çocuklar önce oturur sonra emekler. Efe emekliyor ama emekleme posizyonundan oturma pozisyonuna geçemiyordu henüz. Bir gün Efe' yi yıkadım, oyun parkına bıraktım. Hızlıca bir duş alıp yanına geldiğimde Efe 'yi oturur buldum. Yine bundan yaklaşık bir ay sonra onu yıkadıktan sonra oyun parkına bıraktım, ben duş alıp döndüğümde Efe oyun parkının kenarlarından tutmuş, ayakta bana sırıtıyordu. 3 yıl sonra bile o halinin çok şirin olduğu nu hatırlıyorum. Nasıl şaşırmış , sevinmiştim. Yürümesine gelince, Efe 7 aylıkken kuzenim ısrarla kendi oğlunun kullandığı yürüteci verdi bize ve çok sık kullanmazsınız, ama ara sıra koyunca yürütece çok eğleniyorlar dedi. Ben de günde 10-15 dakika koyuyordum yürütece. Hakikaten çok keyif alıyordu, evin dört bir yanını dolaşıyor, çekmecelerin başına geçip, 15 dakikada evin altını üstüne getiriyordu.Bir ay sonra biz yurt dışına gittik bir kaç aylığına, tabi orda yürütecimiz olmayınca Efe bu keyiften mahrum kaldı. Ama bu seferde her dakika babasının ya da benim elimi tutuyor, başlıyor yalpalaya yalpalaya yürümeye. 10,5 aylıkken elini koltuktan bırakıp, bir-iki adım attı, ben eşime Efe yürüdü dedim, yok canım , sana öyle gelmiştir dedi. 1 hafta sonra Efe evde turluyordu. Bir gün -Efe 2 yaşındaydı-televizyon açık ve ekranda bir alt yazı var. Efe ekrana yaklaştı, eliyle işaret ederek, i, i, i, n, n, n diye harfleri söylemeye başladı. Alt yazı "Atilla İlhanı 'ın Anısına" ydı. Eşimde ben de şok olduk. Biz Efe 'ye 1 yaşından itibaren "dahi bebek" cdlerini izletmeye başlamıştık, ama, o yaşta harfleri öğrenmiş olacağı aklımıza bile gelmezdi.O sıralarda Efe daha doğru düzgün konuşamıyor, biz söylediği kelimelerin listesini yapıyorduk sürekli.2 . yaşgününden sonra sanki Efe ye sihirli bir el değdi, tek tük kelimeler söyleyen çocuk bülbül gibi konuşmaya başladı.Çocuklar anne babalarına gün geçmiyor ki yeni bir şaşkınlık ve mutluluk yaşatmasın.
Efe 2,5 yaşına gelinceye kadar ona kendim baktım ve her anına her gelişimine şahit oldum. Hepsini mutlulukla hatırlıyorum. İnternette anne çocuk sitelerinde çalışan annelerin yazılarını okudukça kendimi çok şanslı hissediyorum. Hepsi çocuklarının ilk adımlarını bile göremediklerinden üzüntüyle bahsediyorlar.

Friday, July 13, 2007

ANNELERİMİZDEN NELER ÖĞRENDİK !
ANNELERİMİZDEN .......
İYİ YAPILMIŞ BİR İŞİ TAKDİR ETMEYİ: Bana bakın, çıkın birbirinizi dışarda gebertin, evi daha yeni temizledim.
DUALARIN GÜCÜNÜ: Yat kalk dua et ki baban müzik setinin bozulduğunu fark etmedi.
ZAMANA KARŞI YARIŞMAYI: O oyuncaklarını topla yoksa bi tekme attığım gibi hepsini karşı sahilden toplarsın.
MANTIKLI DÜŞÜNMEYİ: Ben öyle diyorsam öyledir.
İLERİ GÖRÜŞLÜ OLMAYI: Çıkmadan önce temiz bi çamaşır giy. Yolda allah korusun başına birşeyi gelir, kirli çamaşırla etrafa rezil olursun.
HAYATIN TRAJİKOMİK YANLARINI: Sen daha orda gülmeye devam et, birazdan ben seni tam güldürücem.
HAYATIN ÇELİŞKİLERLE DOLU OLDUĞUNU: Kapa çeneni ve çorbanı iç.
DAYANIKLI OLMAYI: O ıspanak bitene kadar sofradan kalkmak yok.
HAVA RAPORU TAHMİNİ YAPMAYI: Şu dağınıklığa bak. Yabancı biri görse odanın ortasından kasırga geçmiş sanır.
ABARTMAYI: Sana 500 bin defa söyledim kirli ayakkabılarınla içeri yürüme diye.
DAVRANIŞ PSİKOLOJİSİNİ: Babana çekiceğine biraz bana çekseydin noolurdu.
OLAĞANÜSTÜ DURUMLARA HAZIRLIKLI OLMAYI: Dinleme bakalım anne sözü dinleme. Kafana meteor düşücek kenara çekil' diye bağırsam,onu bile dinlemezsin di mi.
KISKANMAYI: Dünyada senin annen baban gibi mükemmel bi aileye sahip olmayan, kaç çocuk var biliyormusun.
SABIRLI OLMAYI:Baban eve gelsin, sen görürsün.
HAKKIMIZI ALACAĞIMIZI: Eve vardığımızda ben bilirim sana yapacağımı.
DİYALOG KURMAYI: Sana bir şey sorduğumda cevap ver.NE SÖYLEYEYİM ANNE? Sus ! bana cevap verme.
TIP BİLGİLERİNİ: Gözlerini şaşı yaparken bir gün öyle kalıvereceksin, göreceksin gününü.
OLGUN OLMAYI: Bu tabağın hepsini bitirmezsen asla büyüyemezsin.
GENETİK BİLGİLERİ: Sen de o lanet olası babana çektin.
BİLGELİĞİ: Benim yaşıma gel de anlarsın o zaman.
VE ... ADALETİ: Bir gün senin de çocukların olacak, inşallah onlar da sana senin şimdi bana yaptıklarını yaparlar.
ANNELERİMİZDEN ÖĞRENDİK !!!

Thursday, June 14, 2007

TEK ÇOCUK OLMAAAAZZZZ.....MI?

Neden?Çünkü, tek çocuk problemli olur, bencil olur, paylaşmayı bilmez.Hadi geç bunları, Allah gecinden versin, sizden sonra yapayalnız mı kalsın çocuk?Tam zamanı yapın bir tane daha!
Off ya! Abarttın yani anneee!diyor, Efe zaman zaman bana ya, abarttınız yani sizde.Niye bilmesin tek çocuk paylaşmayı,niye bencil olsun? Günümüzde çocuklar 2-3 yaşından itibaren okul öncesi eğitim kurumlarına devam ediyor, yaşıtları ile oynamayı paylaşmayı öğreniyor bal gibi.İlerde anne babası öldükten sonra yapayalnız mı kalacak?Niye ki?Sosyal yönü gelişmiş, özel hayatında ve arkadaşları ile ilişkilerinde başarılı bir insan kardeşi olmasa bile yalnız kalmayacaktır hayatta. Hem anne babanın ilgisi, çocuğuna sağlayacağı olanaklar ikiye, üçe bölünüyor her çocukla, diye düşünüyorum. Ama...
Ben 5 çocuklu bir ailenin çocuğuyum.Şimde hepimiz evli barklı çoluk çocuğa karışmış insanlarız.Geriye dönüp baktığımda, büyürken ne anne babamın ilgisinin, ne sunulan maddi imkanların bölünmesinden şikayetçiydim.Çok kardeş olmak avantaj gibiydi, biz sıkılma nedir bilmedik mesela.Evde anneme yardım edecek, küçük kardeşlerle ilgilenecek ablalarım vardı.Onların küçük gelen kıyafetlerini giymek, okul kitaplarını kullanmak hiç garip gelmezdi bana.Özellikle okulların açıldığı günler geliyor aklıma, aynı anda en az dördümüz okula gittiğimiz için, yeni alınan defterler, kitaplar, kırtasiye malzemeleri salonun ortasına yığılır, başlardık seçtiğimiz süslü püslü defter- kitap kaplarıyla kaplamaya.Saatler alırdı hepimizin defter-kitaplarının kaplanması. Kimimiz, kağıdı keser, kimi bandı, kimi defteri tutar kimi yapıştırır, imece usulü hepimizin ki kaplanırdı.
Akşam yemekleri mutlaka birarada yenilirdi.Vay ben tokum, yok ben bu yemeği sevmiyorum...sıkıysa otuma sofraya. Herkes oturacak, herkes pişen yemeği yiyecek.Kural bu.Zeynocum-ki kendisi en büyüğümüzdür- hafta da birgün balık kızartırdı-ki genel de istavrit.Zavallıcık 2 kilo balığı temizler kızartır, yanına da bol havuç salatası,üzerini de zeytinle süslerdi.Evde ki işlerin çoğunu yapmak ona düşerdi, hem en büyük olduğu hem de okuldan erken ayrıldığı için.Evde bizden başka bir iki de kuzenim olurdu. Sivas'ta yaşayan amcamın çocukları İstanbul da çalıştıkları için bizde kalırlardı.Evde bulaşık makinesi de yok... Öyle olunca onca kişinin bulaşığını yıkamak, sırayla iki ablamın göreviydi.Bir gün biri ertesi gün diğeri yıkayacak bulaşıkları yıkayacak olmasına da...Sakine ablam genelde nöbetten kaytarırdı, geç saate kadar tamam yıkayacağım, yıkarım diye diye oyalanır, sonra da geç oldu, sabah kalkamayacağım diye yatardı. Onun yerine annem yıkardı bulaşıkları ama, Zeynocum kıyametleri koparırdı. Onlar evlendikten sonra nöbetler Evren'le bana geçtiğinde kaytaran hep Evren oldu.Bizim çocukluğumuzda iki kavga sebebimiz vardı.Yaşanan kavgaların biri bu bulaşık yıkama sırasından çıkardı, diğeride kıyafet yüzünden .Sakine ablam Zeyno nunkileri Evren de benim kıyafetlerimi giydiğinden bu iki grup arasında kavga eksik olmazdı-ki özellikle benimle Evren arasındakiler zaman zaman saç saça başa başa denilen cinsten olurdu.Gerçi bu kavgalarımız öyle pek te çocukluk zamanımıza denk düşmez. Ben avukat Evren muhasebeci olmuşken de çok yaptık bu kavgalardan. Sabah kalkıp hazırlanırdım, evden çıkmak üzereyim, o da ne?Kıyafetimin altına giymeyi düşündüğüm ayakkabımın yerinde yeller esiyor. Yada pantolonumun üzerine en uygun gömleğim yok!Hemen telefona sarılıp Evren 'i arardım, ben telefonun bu ucunda tehdit ve hakaretler savururken, o -tamam abla, anladım abla, hı hı, görüşürüz, hadi hoşçakal deyip, kapatıverirdi telefonu. Bu durum hafta da en az iki kere yaşanırdı. Evren 'in benim düğünümde anı defterine yazdığı yazı aynen şöyle:-Ablacım kıyafetlerini kurtardığını sanıyorsan yanılıyorsun...Gerçekten de evlendikten sonra ben altı ayın içinde 4-5 kilo alınca hiçbir kıyafetimin içine sığmaz oldum ve ben ne yaptım?Bütün kıyafetlerimi bir valize doldurup Evren 'e gönderdim. O da telefon açıp bana, Kızım madem bunları bana verecektin, zamanında bıraksaydında rahat rahat giyeydim ya! dedi.
Bayramlarda önce iki ablam ,ben ve kızkardeşim önden gidip yakınlarda oturan aile büyüklerinin elini öperdik, biz geldikten sonra da annemle babam en küçüğümüz erkek kardeşimi de alarak yanlarına, aile büyükleriyle bayramlaşmaya giderlerdi.Annem bayram için kıyafet alırken kızkardeşim Evren le benimkini aynı, ablamlarınkini de aynı alırdı.Evrenle benim, Zeynep ablamlada Sakine ablamın yaşları yakın olduğundan iki çift ikiz kardeş gibi olurduk.Babamın erkek çocuk takıntısı yüzünden en küçüğümüz Erol dünyaya gelinceye kadar peş peşe dört kız sahibi olmuş olan annemle babam, Erol'a pozitif ayrımcılık uygulamadılar hiç.Ama dört ablası olan Erol' un keyfi de pek yerindeydi doğrusu. Gerçi Evrenle aralarında çok az yaş farkı olduğundan Evren in ablalık şefkatinden(!) pek yararlanamadı Erol ama....
Şimdi 5 kardeş ancak senede bir kere bir araya gelebiliyoruz. Üçü Antalya 'da, bir ablam İstanbul da, ben Ankara'da. Ben Antalya ya gittiğimde Zeyno olmuyor, o gittiğinde ben olmuyorum. Bu yaz Evren 'in düğünü münasebeti ile iki yıldır ilk kez 5 kardeş bir aradaydık.Çok keyifli oluyor bir araya gelmek, çoluk çocuk cümbür cemaat. Kimbilir bir daha ne zaman?Benim nikahımdan sonra fotoğraf çekimlerinde fotoğrafçı-Damat Beyin kardeşleri gelsin deyince, görümcem Sibel geldi yanımıza fotoğraf çektirmeye. Ardından fotoğrafçı-şimdi de Gelin Hanımın kardeşleri buyursun dediğinde nerdeyse salonun yarısı boşaldı:)) Kardeşler, damatlar, yeğenler...
İşte bunları düşününce, neden Efe de bunları yaşamasın diyorum?Yok yanlış anlamayın, öyle beş çocuk falan değil, ama en azından bir kardeşi olsa fena olmaz diye düşünüyorum. İnsanın ne kadar yakın olurasa olsun arkadaşları, kardeşin yerini tutar mı? diyorum kendi kendime. Mesela benim oğlum Efe 'yi hangi arkadaşım, teyzeleri ya da dayısı yada halası kadar sever ki...vardır böyle arkadaşlıklar mutlaka ama...İnsanın başına bir şey geldiğinde koşacak insanlar olduğunu bilmesi, anne babası hasta olduğunda kendisi gidemese gidecek başka bir kardeşinin olması,evlenirken bebeğini dünyaya getiriken mutluluğunu paylaşacak kardeşlerinin olması,ameliyattan çıktığında kendine geldiğinde üzerine eğilmiş bir sürü baş görmesi...insana güven veriyor kardeşlerinin olması.Yeğeni olanlar bilir, farklıdır yeğen sevgisi, arkadaşınızın çocuğunu sevmekten.Ne kadar sevsenizde arkadaşınızı, en mutlu anın da da sıkıntısında da siz aileden olmadığınızdan aranıza başka insanlar, kuzenler, akrabalar giriverir.Biliyorum birbirinden nefret eden, bir birinin kuyusunu kazan kardeşlerde var, arkadaşı için canını veren insanlarda.
Tek çocuk olmanın avantajları da çok,anne babanızın kıymetlisi olursunuz, tüm imkanlar sizin için seferber edilir,siz ane baba olduğunuz da dahi onlara her ihiyaç duyduğunuzda anne babanız koşar yanınıza, çünkü başka kardeş, torun yoktur onları paylaşacağınız. Araştırmalara göre tek çocuk olanların okul ve iş hayatında başarılı olma oranları daha yüksek-ki sebebi anne babanın çok ilgilenmesi ve sunulan olanaklardır-.Öyle denildiği gibi tek çocuğun paylaşmayı bilmeyen, bencil olacağını da düşünmüyorum.Bencillik, kaprisli olmak gibi sorunların tek kardeş olmaktan değil anne babanın yanlış tutumlarından kaynaklandığını düşünüyorum. Ben kendine güveni olmayan, hayatı ana babasına zindan eden, sorunlu, bencil insanlar tanıdım, bunların ne yazık ki tamamına yakını başka kardeşleri de olan, ama kendisiyle barışık olmayan insanlardı.
Çok kardeş olmak da, anlattım , zaman zaman çok keyifli ama hem anne-baba hem çocuklar için zor bir durum, hele ailenin imkanları kısıtlıysa...çocuklara marka kıyafetler giydirememek değil sorun olan.Bence bu durumdaki en önemli sorun, çocukların eğitimine yeteri kadar kaynak ayıramamak...ve onlara ihtiyaçları olan her anda el uzatamamak.İnsan bakabileceği kadar çocuk yapmalı yapmasına da, bakmaktan sadece maddi olanakları anlamamalı insanlar.Bir anne aynı anda kaç çocuğa ilgi ve şevkat gösterebilir.Yeni doğanla ilgilenirken büyük çocuğun ihmal edilmemesi mümkün mü?Kardeşini kucağına alan annesine sokulan büyük çocuğun-ki oda belki 4-5 yaşlarında-bu hareketini kardeşini kıskanmak olarak nitelemek doğru mu?Ben bir anne- babanın maddi imkanları nasıl olursa olsun, en fazla iki çocukla sağlıklı olarak ilgilenebileceğini düşünüyorum.Tek çocuk olmaaaaaaz mı?Olur.Ama galiba iki çocuk daha iyi olur:))

Tuesday, May 29, 2007

BATAKLIĞI KURUTMAK LAZIM

Seçim arifesinde olduğumuz şu günlerde heyecanla seçim sonuçlarının tahmini ve tahlili ile meşgul beyinlerimiz.Hangi partiler barajı geçecek, hangi parti ya da partiler iktidar olacak, partilerin adayları kimler, programları nasıl...
Ülkede sorunlar diz boyu...İşsizlik, fakirlik, dış borç iç borç, AB süreci, vs. vs. Bu sorunların kaynağı ne?Hızlı nüfus artışı ve nüfusun çoğunluğunun eğitimsiz oluşu.Bu olgu ülkeyi tam bir kısır döngüye sürüklemekte. Hızla artan , genç bir nüfusa eğitim olanakları sağlamak, eğitimli nüfusa da istihdam yaratmak ülkenin büyük bir sorunu. Eğitimli nüfus iş hayatına giremediği müddetçe ülkenin vergi kaynakları artmamakta, dolayısı ile yine nüfusa eğitim ve iş olanakları yaratma sorunu ile karşılaşılmakta.Eğitimsiz, niteliksiz kitle ise zaten hazineye büyük bir yük getirmekte. Gün geçmiyor ki gazetelerde veya televizyonlarda, işsiz, hasta, evsiz barksız ama en az 6-7 çocuklu bir anne yada babanın-Devlet bize yardım etsin, bize sahip çıksın! feryadını duymayalım ya da okumayalım. Şöyle etrafınızdaki eğitimli, iş güç sahibi çiftlere bir göz atın. En fazla 2 çocukları olan,doğumlarını dahi devlet yada SSK. hastanelerinde değil özel hastanelerde yapan, çocuklarını özel doktor veya hastanelere götüren, aşılarını bile sağlık ocaklarında ücretsiz değil,özel hastanelerde yaptıran, çocuklarını özel okullara gönderen, çalışıp üreten ve devlete vergisini ödeyen bu kitle , fakir olmaktan , devletin kendisine sahip çıkmadığından yakınan 7 -8 çocuklu bir aile ile kıyaslandığında devlet kaynaklarından daha az pay almaktadır.
Ülkenin hemen hemen tüm sorunlarının kaynağı hızlı ve niteliksiz nüfus artışıdır.İktidara kim gelirse gelsin ilk el atacağı konu bu olmalı, bu konuda uzun vadeli planlar yapılmalı,halk bu konuda biliçlendirilmeli, çok çocuğu olanlara destek değil ek vergiler vs. yolu ile çok çocuk sahibi olmaktan caydırma yoluna gidilmeli, bu konuda ciddi bir politika takip edilmelidir. Sorgulamayan, düşünmeyen, araştırmayan, hesap sormayan, karnını doyurmanın ısınmanın derdine düşmüş, 1 kilo pirince 1 ton kömüre tav olan kitleler belki de iktidarların işine geliyordur. Ne dersiniz.
Ülkedeki asayiş sorunununda sebebi yine fazla nüfustur. Çocuklarının isimlerini ve sayılarını dahi bilmeyen anne babaların ülkedeki kapkaççı, tinerci terörünün müsebbibi oldukları ortada. Ülkede derhal bir seferberlik başlatılmalı. Bu sefeberliğin amacı sadece insanlara doğum kontrolü yöntemlerini anlatmak olmamalı, çok cocuk sahibi olmanın sakıncaları ve sonuçları konusunda bilinçlendirilmeli halk.İstatistikler gösteriyor ki, eğitimli insanların sahip oldukları çocuk sayısı hızla düşmekte, eğitimsiz,işsiz, niteliksiz kitlenin çocuk sayısında ise ne yazık ki bir düşüş gözlenmemektedir.
Genç ve büyük bir nüfusa sahip olmak günümüz dünyasında, eğer bu nüfus eğitimli, donanımlı değilse bir avantaj değil, dezavantajdır. Ülkemizde insanlar sadece üniversite eğitimine özendirilerek, gençler üniversite öğrenciliğine uzayan yollarda senelerce süründürülmekte, ezilmekte, psikolojileri bozulmakta, aileleri de tabiri caizse kaz gibi yolunmaktadır. Netice de ÖSS köprüsünü geçebilip, üniversite öğrencisi olanların büyük çoğunluğu, üniversitenin kapısından girer girmez hayalkırıklığına uğramakta, lise eğitiminden farksız, ezberciliğe dayanan bir eğitim, ilkokul binalarında farksız fakülte binaları,işe başvurularda verdiği diplomlar bile 2. sınıf sayılan üniversitelerle karşılaşmaktalar.ÖSS yi kazanamayanlar da aynı süreci bir daha bir daha yaşamakta, bu arada bir meslek kursuna ya da yüksek okula gidip meslek ve iş sahibi olma imkanını da kaçmakta yada gecikmektedir.Gençler yeteneklerini ve seçeneklerini iyi tahlil etmeli, olanakları ve eğitimi iyi olmayan bir üniversitede örneğin inşaat mühendisliği okuyup, sonunda işsiz kalmaktansa 2 yıllık yüksekokullarda inşaat teknikerliği okuyup bir an önce meslek ve iş sahibi olma yoluna gitmelidirler.
Konu konuyu açtı, nerelere geldim.Ülkenin sıkıntılarından,sorunlarından kurtulmasının tek yolu, hızlı nüfus artışını durudurmak ve eğitim için bir seferberlik başlatmaktır. Kayığa dolan suyu kovalarla boşaltmak çözüm değildir.Suyun girdiği deliği kapatmak lazım.
Elbetteki Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir.Vatandaşına eğitim, sağlık olanakları sunmak sosyal hukuk devletinin görevleridir. Ama, sosyal hukuk devletinin görevini yapabilmesi için, gelirinin bu hizmetleri karşılamaya yetmesi gerekir. Örneğin, SSK.lı bir işçiyi ele alalım, çalışmakta,SSK. primlerini ödemekte, vergisini vermekte, ekonomiye katkı sağlamaktadır. Ancak bu işçinin bakmakla yükümlü olduğu 5 çocuğu, eşi ve anne -babası olduğunu düşünelim. Bu 5 çocuk devlet okullarında ücretsiz okuyacak, işçinin kendisi dışında 8 aile ferdi daha sağlık hizmeti alacaktır.Hangi sosyal devlet bu yükün altından kalkabilir.
Özetle, hızlı ve niteliksiz nüfus artışı, devlete ve topluma hem ekonomik hem de sosyal bir yük getirmektedir.Bu yük azaltılmadan, ülkenin sorunlarını çözebilmesi mümkün değildir. Sırtında 30 kilo yük taşıyan bir insanın hızlı koşabilmesini bekleyemeyiz:)değil mi?

Monday, May 14, 2007

BİZE HERGÜN ANNELER GÜNÜ...

Bir anneler gününü daha geride bıraktık.Son 3 yıldır bugün benim için iki kat daha anlamlı olmalıydı belki ama , aksine anlamını yitirdi sanki anne olduktan sonra. Dün şöyle bir yokladım kendimi, anneler günü olmasından dolayı hiçbir beklenti içine girmemişim, hiçbir heyecanım yok. Zaten annemi sık sık ararım, yine aradım, fazladan anneler gününü kutladım. Kayınvalidemi ve ablalarımı da arayıp, anneler günlerini kutladım. Oğlum henüz bugüne önem veremeyecek kadar küçük olduğundan mı bilmiyorum, hiçbir heyecan yaşamadım, bir farklılık hissetmedim. Ama tabiki, bu günün nimetlerinden yararlanmadım değil, bu pazar evde yemek yapmadım, sabah kahvaltımızı bile dışarda yaptık:))
Çocuk doğumundan, hayır doğumundan değil , annesinin karnında kımıldadığı ilk andan itibaren anneyi öyle bir duygu bombardımanına tutuyor ki...Mutluluk, heyecan, merak, endişe...Sabaha kadar uykusuz kalmak hiçbir anneye zor gelmez, ama, 1 aylık bebeğini uyurken seyreden bir annenin bebeğinin nefes almadığını sandığı bir tek saniyede hissettiği, korku, endişe, dehşet-hiçbiri uygun kelime değil bu hissi anlatmak için. Hiç yaşamadığım bu anı hayal etmek bile korkunç. Allah hiçbir anneye yaşatmasın-... Neden çok değerli annelerimiz, geceleri uykusuz kaldığı, yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği için mi?Çocuğa iyi bakmak, sağlıklı beslemek, uykusuna, temizliğine özen göstermek elbetteki çok önemli, ama en önemlisi gösterilen sevgidir. Belki, hangi anne çocuğunu sevmezki diyebilirsiniz, elbette, her anne çocuğunu sever, ama ,önemli olan bunu çocuğa göstermek, hissettirmektir. Çocuklar öpülüp, okşanmak, koklanmak ister, annesine sarılmak,onun göğsünde uyumak ister. Çocuğuma maddi olarak iyi imkanlar sağlayamıyorum diye üzülmesin hiçbir anne.Bir çocuğa sevgiyle, güzel sözler eşliğinde yedirilmemiş bir yemeğin besin değeri sanıldığı kadar yüksek değildir. Yurtlarda yetişen çocukların ne kadar iyi şartlarda bakılırsa bakılsın, anne şefkati ile büyüyen çocuklar kadar fiziki gelişim gösteremediklerini okumuştum bir araştırmada.
Yetişkin insanların duydukları özgüven, bence çocukluklarında anne babalarının onlara duyduğu, gösterdiği sevgi ve güven ile doğru orantılıdır.Çocuğunuza yapacağınız en büyük iyilik onu sevgiyle büyütmektir, doğrusu, sevginizi göstermektir.Çocuğunuza ne kadar kızgın olursanız olun, ne yapmış olursa olsun, hareketine kızdığınızı, onaylamadığınızı söyleyin, ama, ona asla, seni artık sevmiyorum, demeyin.Ne kadar kızarsanız kızın, size yanaşan, kucağınıza gelmek isteyen yavrunuzu itmeyin.Çocuklarımızın sağlıklı, mutlu olduğunu bildiğimiz her gün bize anneler günü...
Not:Bir anne olarak söylüyorum, öyle laf olsun, adet yerini bulsun diye, evin eksik gedik ne kadar mutfak aleti, eşyası varsa kadıncağızlara hediye diye alıp yutturmaya kalkmayın her anneler gününde.Ütü ve mutfak robotundan başka hediye yok mu annenize alabileceğiniz allahaşkınıza...

Friday, May 11, 2007

YAZ GELDİ:))

Nihayet!Bu sene pek ılık bir kış geçirsek de, yaz ayını yine de iple çekiyor insan. Günler uzadı, sıcak, aydınlık. Böyle havalar insan psikolojisine çok iyi geliyor. Kendini mutsuz, depresif hisseden insanlara açık havada yapacakları bir yürüyüş çok iyi gelecektir.Lafı uzatmayayım, belki çoğu insan, kışlıkları kaldırıp, yazlık kıyafetleri çıkarma işini çoktan yapmıştır. Ben henüz yapmadım, yani, tam olarak yapmadım. Şimdi bizim hem yazlık hem kışlıklar ortada. Hepsi birbirine karışmış vaziyette.Bu hafta sonu bu konuya el atmayı düşünüyorum, ama, nereden başlayacağım işe bilemiyorum.
Önce plan yapmalıyım. Galiba en iyisi evden derhal uzaklaştırılacak kıyafetleri ayırmakla işe başlamalıyım.Dar gelenler, bol gelenler, eskiyenler, modası geçenler, giymekten bıkılanlar ayrılacak, giyilemeyecek durumda olanlar-ki artık hiçbirimiz bir kıyafeti iyice eskiyinceye kadar giymiyoruz. - özellikle penye tişörtler, temizlik bezi olarak seçilecek, kalanı atılacak, iyi durumda olanlar temizlenip ihtiyaç sahiplerine verilecek, kalanlar yıkanıp ütülenip, el altında olmayan raflara, çekmecelere bir daha ki kışa kadar istiflenecek, yazlık kıyafetler elden geçirilecek, geçen yaz sonu kıyamayıp, giyilir seneye de dediğim, ama şimdi pekte gözüme hoş gelmeyenler ayıklanacak,kalanlar uzunca süredir katlı kaldıklarından şöyle kısa programda bir yıkanacak, ütülenip, el altındaki raflara çekmecelere yerleştirilecekler.Bütün bu işlemler hem kendi kıyafetlerime hem de eşimle oğlumun kıyafetlerine uygulanacak.
Bu ayıklama işleminin her sezon sonunda yapılması lazım, yoksa bir iki sene sonra çekmece dolap ağzına kadar dolu, ama giyecek şey bulamaz oluyorsunuz. Siz çok kıyafetiniz var sanıyorsunuz ama,elinizi attığınızda , eski, dar, demode kıyafet geliyor ele.
Kışlık kıyafetleri kaldırırken mutlaka yıkayıp ütüleyip, şöyle bir elden geçirip, kopuk düğmesini söküğünü dikmek lazım. Mantolar, kabanlar kuru temizleme yaptırılmalı, ayakkabılarda silinip, boyanıp, içlerine kalıp koyarak kaldırılmalı.
İnsan ilk evlendiğinde ya da şöyle diyeyim, ailesinden ayrılıp ayrı bir eve çıktığında, ev son derece yalın, derli toplu oluyor. Zaman geçtikçe, eve alınan eşyalar, aksesuarlar, kitaplar, cd'ler , kıyafetler derken, ev de çığ gibi büyüyen, size yaşam alanı bile bırakmayan bir eşya kalabalığı oluşuyor.Eğer annelerimizin mantığı ile yaklaşıp, bunları atamazsak-bu eski kilimi pikniğe gidersek kullanırız, şu eski perdeyi yazlık olursa takarız, eski süpürge kalsın bakarsın yenisi bozulursa kullanırız diye diye- evin en az bir odasını kullanılmayan ve aslında hiç de kullanılmayacak eşyalara özgülemek zorunda kalırız.
Yenisini aldığımız eşyaların eskileri kullanılabilecek durumdaysa bunları ihtiyacı olan birisine vermeliyiz. Bizim için eski olan bir halı, ev tutan bir üniversite öğrencisi için çok makbule geçebilir. Yada artık sıkıldığımız için yenisini aldığımız bir koltuk takımına çok ihtiyacı olan insanlar vardır mutlaka.
Şimdi acayip gaza geldim...Bu hafta sonu yapacak çok işim var çooook....

Thursday, May 10, 2007

Çocuk dediğin; "yapma"deyince yapmaz,"yat" deyince yatar.
Çocuk dediğin; önüne konanı yer,yeni icatlar çıkarmaz
Çocuk dediğin; ders çalışır, dik kafalılık etmez.
Çocuk dediğin; çok soru sormaz,karşılık vermez.
Çocuk dediğin; paylanınca önüne bakar,evi dağıtmaz.
Çocuk dediğin; herşeyi istemez,her duyduğunu söylemez.
Çocuk dediğin; anasından,babasındankorkar,
"şimdi seni gebertirim" denince suspus olur.
Çocuk dediğin; her önüne gelenleoynamaz,
büyüklerin vurduğu yerde gül biteceğini bilir.
Çocuk dediğin; verilen öğütlerin dışına çıkmaz,
ağaca da çıkmaz,kapının önüne çıkar.
Çocuk dediğin; durmadan ıslık çalmaz,yemekten önce mandalina yemez.
Çocuk dediğin; hep top peşinde koşmaz,
kuş peşinde de koşmaz,kız peşinde de koşmaz.
Çocuk dediğin; büyüklerin bir dediğiniiki ettirmez, zırtpırt televizyonu açmaz. Çocuk dediğin; söylenen işten kaçmaz,anasının babasının odasını açmaz,
kapı çalınınca, koşup kapıyı açar.
Çocuk dediğin; insanın tepesine binmez,
akşama kadar bisiklete de binmez.
Çocuk dediğin; kimsenin dalına basmaz,
ıslak yerlere de basmaz.
Çocuk dediğin; sofrada adam gibi oturur,
büyüklerin yanında oturmaz,haytalık etmez.
Çocuk dediğin; çocukluğunu bilir,saygı suygu bilir,
dersini de bilir.
Çocuk dediğin; insanın kafasını şişirmez,
pırtlatmak için avucunu şişirmez,çok gülmez.
Çocuk dediğin; çağrılınca gelir,yemek saatinde eve gelir,
yüzüne bakılınca kendine gelir
Büyüklere gelince... Onlar büyüktür. Herşeyi yapabilirler.
“VE ÇOCUKLAR YAŞLANIP ÖLÜNCEYE DEK, HER ŞEYİ BÜYÜKLERİNYAPABİLECEKLERİNE İNANARAK YAŞARLAR.”ÇOCUK DEDİĞİN...
Çetin Altan

Thursday, April 26, 2007

J. Harris demiş ki:
Kötümser yalnız tüneli görür, iyimser tünelin sonundaki ışığı görür; gerçekçi tünelle birlikte hem ışığı hem de gelecek treni görür.

Friday, April 20, 2007

08 Ekim 2006 Pazar - Hürriyet
Sevil ATASOY
Yak, beni yak, kendini yak

Kocası ölen kadınların, hep Franz Lehar’ın Şen Dul (Die Lustige Witwe) operetindeki Madam Hanna gibi şen ve zengin olduğu sanılmasın. Kimi ülkelerde "dul" sözcüğü, "fahişe" ya da "cadı" ile eşdeğer. Kimisinde dullar sokağa atılıyor, aç bırakılıyor, bıçaklanıyor, taşlanıyor, hatta öz oğulları tarafından yakılıyor.
Kuria Devi, 21 Eylül 2006 gecesi küpelerini, bileziklerini, kenarı çiçekli turuncu sarisini çıkarttı. Saçlarının başladığı yerdeki parlak kırmızı sinduru sildi. Gerçi 95 yaşındaydı ve daha ne kadar yaşayacağı bilinmezdi ama, bundan böyle sadece beyaz giyecekti. Tıpkı dul kalan milyonlarca Hindu kadın gibi.
Ertesi sabah, 60 milyon nüfuslu Madya Pradeş eyaletinin Baniyani köyündeki cenaze töreninde 20-25 kişiydiler. Beyazlar içindeki Kuria, dört oğlunun arasında, boyundan büyük odun yığınının üzerinde alevler içerisinde son yolculuğuna çıkan kocasını uğurladı. Keşke bir kuş olup da, o gün olanları seyredebilseydik. Köylülerin anlattığı gibi, Kuria’nın kendisini alevlerin içerisine mi attığını, yoksa polis müdürü Şankal Kumar’ın iddia ettiği gibi, dört oğlunun analarını kollarından, bacaklarından tutup, zorla yanmakta olan kocasının yanına mı oturttuklarını gözlerimizle görmüş olurduk.
23 Eylül 2006 günü Şankal müdür, dört kardeşi ve olan bitene seyirci kalan köylüleri tutukladı. Tümü, 1 Ekim 1987 tarihli, Sati Önleme Yasası’na karşı gelmekten ömür boyu hapis istemiyle yargılanacaklar. Sanskritçe orijinalinde "sadık eş" demek olan "sati", yıllar içinde bu anlamını yitirerek, dul kalan kadının, ölen kocasıyla birlikte yakılmasına dönüşmüş. Yasaya göre, kocasının ardından ateşe atlayan kadına engel olmamak, buna teşvik etmek, yanan dulu kutsallaştırmak, adına tapınaklar inşa etmenin cezası bile ömür boyu hapis.
KADINLAR ÜZERİNDEN SİYASET
2006 Ağustos’unda, Madya Pradeş’in Tulsipar köyünden Prem Narayan, felçli geçirdiği 5 yıl sonunda öldü, usulüne uygun olarak yakıldı. Ertesi gün köylüler, 45 yaşındaki karısı Janak Rani’nin ortadan kaybolduğunu polise bildirdi. Yapılan soruşturmada hiçbir görgü tanığına ulaşılamayınca, polis müdürü Mohd Afşar, cenazenin yakıldığı odun kümesi üzerindeki tüm kalıntıların Haydarabad polis kriminal laboratuvarına gönderilmesini emretti. Prem’in kemiklerinin arasında karısınınkilere de rastlanınca, Janak’ın yanarak öldüğü ortaya çıktı. Ulusal Kadın Komisyonu’nun ve feminist yazarların tüm itirazlarına rağmen kadının ölümü kayıtlara intihar diye geçti ve dosya kapatıldı. Eyalet Başbakanı Şivraj Sing Kuhan, köylülere yasadan korkmamalarını, haklarında hiçbir işlem yapılmayacağını bildirir beyanatlarda bulunduğu gibi, dul bir kadının, kocasının ardından intihar etmesinin ne denli kutsal bir eylem olduğunu belirtir konuşmalar bile yaptı.
Halbuki 2002’de komşu Patna-Tamolia köyünde, 65 yaşındaki dul Kuttu Bai’nin nasıl yandığı kesin olarak aydınlatılamadığı halde, yetkililer tam tersi bir davranış sergilemişti. Cenazeyi izleyen 2 bine yakın köylü, kadının kendisini alevlere attığını söylediyse de, Kuttu ve kocasının aralarının açık olduğunu, ayrı evlerde yaşadıklarını, intihar edecek bir nedeni bulunmadığını ve odunlar üzerine zorla oturtulduğunu ileri süren polis 15 kişiyi tutukladı. Kuttu’nun iki oğlu ile iki erkek kardeşi ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. O tarihte eyalet başbakanı Digvijay Sing, konuşmayan köylüleri cezalandırmak amacıyla, iki yıl süreyle tüm devlet yardımını kesti. Bu davranış, bakan Sing’i koltuğundan etti. Dünyanın her yerindeki gibi, Hindistan’da da kadınlar üzerinden siyaset, işe yarıyor anlaşılan.
ÜLKEYİ BÖLEN OLAY
Siyasiler, dulların yakılması konusunda sadece soruşturmaları değil, yargılamayı da etkiliyor. Zengin, okumuş, büyük kentli bir ailenin kızı Rup Kanvar’ın ölümü, buna bir örnek. 18 yaşında, 8 aylık bir gelinken dul kalan Rup Kanvar 4 Eylül 1987 günü, güneş tepeye ulaşmadan, Racastan eyaletinin Deorala köyünde, binlerce kişinin gözleri önünde ve "sati mata ki jai" (kutsal anne çok yaşa) nidaları arasında kocasıyla birlikte yakıldı.
Kimileri, genç kadına cenaze sabahı afyon yutturulduktan sonra kırmızı gelinliğinin giydirildiğini, kucakta köy meydanına taşınarak odunların üzerine oturtulduğunu söylediler. Kimileri, genç gelinin böyle bir sona kendisinin talip olduğunu ve kocası ile birlikte ölmek istediğini anlattılar.
Bu olay üzerine Hindistan, gelenekçiler ile modernler diye ikiye bölündü. Hızla, "Sati Önleme Yasası" çıkartıldı. Medyayı uzunca bir süre meşgul eden soruşturma sonunda, olayı engellemeyen, hatta teşvik eden onlarca köylü ve görevi ihmalden çok sayıda devlet görevlisi ile siyasi hakkında dava açıldı. Aralarında genç kadını odunlara bağlayan kayınpederi ve kayınbiraderinin de bulunduğu 11 kişi mahkûm oldu.
Ancak 31 Ocak 2004’te, bir Jaipur sati özel mahkemesi, delil eksikliğinden hepsinin beraatine karar verdi. Beraat edenlerin arasında eski Racastan bakanları da bulunuyor. Mahkeme, sadece Kanvar davasının mahkûmlarını değil, halen görülmekte olan 22 sati davasının pek çok sanığını da delil yetersizliğinden serbest bıraktı.
O günden bu yana Hindistan’ın pek çok kentinde yüzlerce kadın, zaman zaman bir araya gelerek protesto yürüyüşleri yapıyor, devlet dairelerinin önüne siyah çelenkler bırakıyor, zorla uyuşturucu verilen dul kadınların, kocalarıyla birlikte yakılmalarına oy kaygısı nedeniyle göz yumulduğunu, göstermelik yasalar çıkartmanın yetmediğini, uygulamanın önemli olduğunu, yargıya baskı yapıldığını ileri sürüyorlar.
YASALAR ENGELLEYEMİYOR
Hindistan’da dulların yeniden evlenmesine 1856’dan bu yana izin verildiği halde, bu durum günümüzde bile sadece orta ve üst sosyal sınıflar içerisinde ve ender görülüyor. Dünyevi nimetlerin tümünden elini eteğini çekmesi beklenen, saçları sıfır numara traş edilen, sadece beyaz giyebilen, hiçbir davete hatta kendi çocuklarının düğünlerine bile gidemeyen milyonlarca Hindu dulun, şimdiki ya da önceki hayatındaki günahlarının, kocasının ölümüne neden olduğuna inanılıyor. Bu nedenle dulların, hele çocuksuz olanların, "uğursuzluk getirir" diye evden atılmalarına çok sık rastlanıyor.
Sokaklara düşen dullar, ya Vrindavan, Varanasi, Haridvar gibi, binlerce dulun, açlık, pislik ve hastalık içinde, iyi kalpli zenginlerin ara sıra bıraktığı yiyeceklerle yaşamlarını sürdürmeye çalıştıkları kutsal yerlere gidiyor, ya sokaklarda şarkılar söyleyip dilencilik yapıyor ya da fuhuş batağına gömülüyorlar. Tabii bir de, kocayla birlikte yakılmak gibi "kutsal" ve "üstün" bir çözüm var. İnanışa göre sati, sadece kendisinin değil, tüm akrabalarının bundan sonraki 7 kuşağının günahlarını affettirir, üstelik yeniden doğuşta, yeryüzüne kadın değil, erkek olarak gelişin garantisini verir. Halbuki 50 yıldır Hindistan eyaletlerinin medeni yasaları, batılı bir dul kadının yararlandığı tüm hakları içeriyor. Yeniden anlıyoruz ki, gelenek, töre ve batıl inanışlardan kurtulmadıkça, sadece yasa yapmak, üzerinden yarım asır geçse de, toplumu bir yere vardırmıyor.
DUL YAKMAK 700 YILLIK GELENEK
Hindistan’da sati geleneği çok eski. 700 yıl önce Rajput kadınları, savaşta ölen kocalarının ardından, galip gelen ordu mensuplarının tecavüzüne uğramamak için kendilerini yakmışlar. Daha sonraları, kocaya sadakati ve ölümünden sonra yaşamın anlamsızlığını kanıtlamak için uygulanmış. 1829’da İngilizlerin yasakladığı sati, Hindistan hükümetinin çıkarttığı ağır yasalara rağmen, başta Madya Pradeş ve Racastan eyaletleri olmak üzere, ülkenin orta ve kuzeyindeki kırsal kesimlerde yaşayan Hindular arasında hálá sürüyor. Ve ne yazık ki bazı psikiyatrlar tarafından ritüel intihar olarak değerlendirilerek meşrulaştırılmaya çalışılan bu insanlık dışı uygulama, oy toplama gayretiyle milletvekillerinden bile destek görüyor.
Resmi istatistiklere göre, 1947’deki bağımsızlıktan sonra Hindistan’da yaşanan satilerin sayısı 50 kadar. Halbuki sati ile mücadele eden sivil toplum örgütleri, 40 milyona yakın dul kadının yaşadığı ülkelerinde, yakılanların sayısının bunun çok üzerinde olduğunu, polis tarafından örtbas edilen cinayetlere intihar süsü verildiğini ve siyasilerin soruşturmaları etkileyip, yönlendirdiğini iddia ediyor.
Sadece Tanzanya’da yılda 500 dul, cadı diye öldürülüyor
Esasen dul kalmak, dünyanın birçok ülkesinde kadınlar için sosyal bir ölüme eşdeğer. Kocalarının gidişiyle, sadece eve ekmek getiren ve çocuklara bakan kişiyi değil, toplumdaki statülerini de kaybeden dul kadınlar, ayırımcılığın ve damgalanmanın en ağırını da yaşamaya başlıyor. Evlenmeden önce babalarının, evlendikten sonra kocalarının sahip olduğu ve onlar tarafından denetlenen bu kadınlar, dul kaldıklarında fakirlerin en fakiri durumuna düşüyor, fiziksel, cinsel ve ruhsal istismara uğruyorlar.
Bazı Afrika kültürlerinde, bize hiç de yabancı olmayan bir uygulama gözleniyor. Dul kalan kadın, ölen erkeğin erkek kardeşi ya da bir akrabasıyla birlikte olmaya zorlanıyor. Eskiden bu gelenek, kadın ve çocukları için ekonomik bir güvence olsa da, giderek artan fakirlik ve geniş aile alışkanlığının terk edilmesi, yeniden hamile kalan dul kadının sokağa bırakılmasını da beraberinde getiriyor. Dul kalmanın çocuklar, özellikle kız çocukları üzerindeki negatif etkisi de büyük. Fakirlik, önce onların okuldan alınmasına yol açıyor. Çocuk işçiliğine, erken evliliğe ya da fahişeliğe zorlanma ve satılma bunu izliyor. Kısacası, açlık ve hastalık, okuma yazması olmayan, yeterli beslenme ve barınma olanaklarından yoksun dullar ve çocuklarını bekleyen tek gelecek.
Tıpkı Hindistan’daki gibi, Bali’de, Fiji, Vanuatu gibi Güney Pasifik adalarında, ayrıca pek çok Afrika ülkesinde kadınlar, kocalarının ölümünden sorumlu tutuluyor ve cezalandırılıyor. Örneğin Nijerya’da, kocasının cesedinin yıkandığı suyu içmeye, bir yıl boyunca evden çıkmamaya, aylarca yıkanmamaya, yerde çırılçıplak oturup gündüz ve gecenin belirli saatlerinde bağırıp, ağlamaya, önlerine konan kaptakileri yemeye zorlanıyorlar. İşin en kötüsü, kocaları AIDS’ten ölen Afrikalı dullar, cadılıkla suçlanıyor ve yüzlercesi taşlanıyor, boğuluyor, bıçaklanıyor. Sadece Tanzanya’da yılda 500 dul, cadı diye öldürülüyor.
15 YAŞINDAN BÜYÜK HER12 KADINDAN BİRİ DUL
Son 25 yılda kadınların ekonomik durumuna, sağlık, eğitim ve yasal haklarına ilişkin yayınlanan sayısız raporda, dullara ayrılan bölümlere neredeyse hiç rastlanmıyor. Halbuki dünya genelinde, erişkin her 10 kadından biri dul (Türkiye’de 15 yaşından büyük her 12 kadından biri) ve en gelişmişinden, en gerisine tüm dünya dullarını bekleyen başlıca iki son var: Sosyal statünün kaybı ve azalan ekonomik güç.
Kadınlar, genelde erkeklerden uzun yaşıyor. Bu nedenle, 60 yaşın üzerindeki dul kadınların sayısı, eşlerini kaybeden erkeklerden fazla. Örneğin Hindistan’da, ileri yaştaki kadınların yüzde 54’ü dul. Öte yandan, erkekler genellikle kendilerinden yaşça küçük kadınlarla evlendiklerinden, genç yaşta dul kalan çocuklu kadınların sayısı da yüksek. Asya’nın genelevleri, Nepal, Bangladeş ve Hindistan’dan getirilen çocuk yaşta dullar ve onların kız çocuklarıyla dolu.
Ayrıca savaşlar ve etnik temizlikler, bu kadınların sayısının çığ gibi artmasına yol açıyor. Afganistan’da, dilenmekten başka çaresi olmayan dulların sayısı 2 milyonu aşıyor. 1994 Ruanda soykırımından sonra erişkin kadın nüfusunun yüzde 70’inden fazlası dul kalmıştı. Mozambik kadınlarının yüzde 60’ı dul. Kosova’daki kadınlar, kocalarının ölü mü, kayıp mı olduklarını bile bilmiyor. Kamboçya, Endonezya, Doğu Timor, Vietnam, Myanmar ve Tayland, çaresizlikten kız çocuklarını satan dul kadınlarla dolu.
Şili ve Guatemala gibi birçok Latin Amerika ülkesinde pek çok kadın "kaybolanların" karısı. Onlar, belki de hiçbir zaman dul kalıp kalmadıklarını öğrenemeyecek. Rusya’nın sokaklarında yaşayan küçükler, genellikle genç yaşta dul kalan kadınların çocukları. Ve ne yazık ki, 1979 tarihli BM Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ne rağmen, hükümetler, uluslararası kuruluşlar, sivil toplum örgütleri, hatta kadın birlikleri, dulları ve onların çocuklarını tamamen unutmuş gözüküyor.
Sevil ATASOY tarafından yazılan bu makale 08 Ekim 2006 Pazar günü yayınlanan Hürriyet Gazetesindeki yazısıdır.

Tuesday, April 17, 2007

Farklı Kültürlerde Farklı Şiddet Türleri Ortak Payda:KADIN

Daha önceki yazılarımda şiddetin şiddeti uygulayan ve şiddete maruz kalan kişiler arasında bir mesele olmadığı, olumsuz etkilerinin suda yayılan halkalar gibi toplumun tüm bireylerine yayıldığından bahsetmiştim.Şiddet insanın varoluşundan beri vardır mutlaka.Şiddetin olmadığı bir toplum olduğunu da sanmam.Ama her toplumda şiddetin uygulanış şekilleri ve şiddete karşı mağdurun, toplumun, devletin yaklaşımı farklıdır mutlaka.Örneğin ülkemizde töre cinayeti denilen, aslında içinde sevginin zerresini taşımayan, başkalarının yaşadığı aşkı, sevgiyi, yaşadıkları mutlulukları kıskanan, belki hiç sevilmemiş, başı okşanmamış , eğitimsiz canilerin, yine kendisi gibi yaşayamadığı mutlulukların başkalarınca yaşanmasına dayanamayan, hayatta hiçbir şey olamamış, eşinin, kızının, kızkardeşinin hatta mahallesinde yaşayan komşu kadınların namuslarının sözde koruyuculuğuna savunmuş,kalbinde kıskançlık, kin ve öfkeden başka hiçbir duyguya yer olmayan, kimi zaman gerçekten namussuzluk sayılacak, hırsızlık, dolandırıcılık, kaçakçılık, ırza geçme gibi suçların faili olan, eğitimsiz başka canilerin de kışkırtması ile işlediği cinayetleri, Hindistan 'da - hala uygulanmadığını ümit ediyorum- ölen erkeğin karısının erkeğin cesedi ile birlikte diri diri yakılmasını , bazı toplumlarda uygulanan, erkek sünnetinin aksine tıbbi olarak çok vahim sonuçları olan kadın sünnetini tolumdan topluma değişen , farklı şiddet türleri olarak sayabiliriz.Sizin de dikkatinizi çekmek isterim,yukarıda saydığım üç farklı şiddet türünün ortak noktası ne? Sizce de erkeğin kadının sahibi olduğu düşüncesi yatmıyor mu bu üç şiddet türünde de ?Kadın sünneti, sadece kadının cinsel ilişkiden zevk almasını önlemekten başka hiçbir işe yaramayan, korkunç bir müdahale. Diğer iki şiddet türünün amacı da zaten apaçık ortada. Kocası ölmüşse kadının yaşamasının da anlamı kalmamıştır. Kadın birisini sevmişse, kadın bir erkekle birlikte olmuşsa, hatta hatta kadın bir erkeğin tecavüzüne uğramışsa, bunun müeyyidesi vardır, ölüm. Zira kadınlar sadece erkeklerin emrine , hizmetine sunulmuş varlıklardır. Kendilerinin yaşamdan hiçbir zevk almaya hakları yoktur. Hatta erkekler izin vermedikçe yaşamaya da hakları yoktur.
Bu konuya girince kendimi kaptırıyorum.Şiddetin asgari haddi yoktur. Bir tokat dahi kabul edilemez. Şiddetin önüne geçmek için,insanların,çocukluktan değil doğumlarından itibaren, şiddete karşı eğitilmeleri, tabi öncelikle şiddet görmemeleri, gerekir.Ailede şiddet uygulanması çocuğun şiddeti normalleştirmesine yol açar. Şiddet uygulamak doğaldır, eğer birisi sana muhalefet ediyorsa, gücünde yetiyorsa ona şiddet uygulayabilirsin, diye düşünmeye başlar şiddete maruz kalan yada tanık olan çocuk. Her sorunun baskı, tehdit ve dayakla aşıldığı bir ailede büyüyen çocuk , şiddeti sorunlarla mücadelede tek yol olarak bilir ve uygular. Yetişkin olduğunda da eğer aldığı eğitim ve kişisel evrimi ile şiddeti dışlayamazsa, en azından sürekli çocuğunu dövmekle tehdit ederek, yönlendirmeye çalışan bir ebeveyn olacaktır.
Ben bu yazıya başlarken değinmek istediğim konu, şiddete karşı devletin neler yapabileceğiydi. Bunlardan ilki tabiki eğitim. Okullarda çocukların eğitimi, daha öncesi çocukları eğitecek eğitimcilerin eğitimi, ebeveynlerin eğitimi, devletin her ama her alanda görev yapan personelinin eğitimi-personelin eğitimi deyince akla hemen polis ve jandarma personelinin eğitimi gelebilir. Hayır, vergi dairesinde, adliyede, bankada , devletin her alanda ve kademedeki memurunun eğitimi benim kasdettiğim. Kim gittiği bir resmi dairede bir memurun gazabına uğramamıştır bugüne kadar?Şiddet şiddeti tetikler. Gittiği resmi dairede azarlanan, hakarete uğrayan bir kişi emin olun bunun acısını önüne ilk çıkandan, çocuğundan, karısından, ,işçisinden alacaktır.-yasal düzenlemeler yapmak, yasal düzenlemeleri uygulatmak, yasal düzenlemeleri yaparken uygulanabilmesini sağlayacak düzenlemeleri de beraber yapmak, örneğin anne-babasından şiddet gören çocuğu devletin bakım ve gözetimi altına alınmasını yasayla düzenlemek meseleyi çözmez, bu çocuğun bakılacağı devlet kurumunda, sağlıklı bir birey olarak yetişmesi ve yaşaması için zorunlu tüm tedbirler alınmalı. Ülkemizde devlete ait kurumlarda çocukların şiddetin her türü ile karşılaştıklarına ne yazık ki zaman zaman tanık oluyoruz.
Yasama organı yasaları düzenlerken elbetteki toplumun sosyo-kültürel yapısını, ekonomik durmunu vs. gözönüne alacaktır. Ama yasama organı yasaları yaparken, toplumun yanlış inanç ve düşüncelerini,ikel törelerini devam ettirebilmesine elverişli yasalar değil, aksine bunların ortadan kalmasını sağlayacak yasalar hazırlamalıdır. Bence töre cinayeti denilen toplumun alnına asıl kara lekeyi süren bu cinayetlerin süregelmesinde ve bugüne kadar ki uygulamalarında yasama organının büyük sorumluluğu vardır. Son değişikliğe kadar töre cinayetinde indirim uygulanması büyük bir yanlıştı, bu yanlıştan geç de olsa dönülmüştür.
Şiddet uygulayanın cezalandırılması, mağdurun korunması için yasal düzenlemeler yapılması, şiddetin failinin de sadece hapis cezası yada para cezası ya da aile içi şiddete karşı önlemlerle cezalndırılması yeterli değildir. Şiddet failinin mutlaka ama mutlaka bir eğitim ve tedavi programına yönlendirilmesi gerekmektedir.Şöyle ki, eşine şiddet uygulayan bir koca hakkında yargılama yapıldı, verilen ceza da para cezasına çevrildi, yada çevrilmedi de hapis cezası aldı. Eee... sonra?150,00YTL para cezası ödeyen yada 1 ay cezaevinde kalan birisinin bir daha şiddet uygulamayacağını düşünmek komik değil mi ? Bu kişiler uyguladıkları şiddetin cezasını çekmenin yanında, mutlaka zorunlu bir eğitim ve tedavi programına devam zorunda olmalılar. Devam etme süresini de hakim örneğin 3 aylık süreler olarak belirleyip, süre sonunda eğitimi ve tedaviyi uygulayan uzmanın görüşü ile devamına yada sonlanmasına karar vermelidir.Gerekirse bu sürece failin eşi ve çocuklarının da katılımı sağlanmalıdır.
Şiddete karşı verilecek cezalar da anlamlı olmalıdır. Verilecek cezanın yanında , şiddetin failinin kişisel gelişimine de olanak sağlayacak tedbirlere-ama hayatında hiç kuaföre gitmeyen kadına 3 ay kuaföre gitmeme cezası ya da hiç sinemaya gitmeyen adama 1 ay sinemaya gitmeme cezası gibi değil-hükmedilmelidir.
Bu konuda yazılacak o kadar çok şey var ki. Sürekli kendime de telkin ediyorum, şiddetin insana yakışmayan-ne faile ne de mağdura-bir eylem olduğunu. Geleneksel yapımızın bize aşıladığı şiddete eğilimi törpülememiz, kendimizden hayatımızdan uzaklaştırmamız lazım.

Wednesday, April 4, 2007

HANIMLAR DİKKAT! AİLE KONUTU ŞERHİ!



AİLE KONUTU ŞERHİ

a) Açıklama
Aile konutu, ailenin devamlı olarak ikametine ayrılan konuttur. Medeni Kanunun 19. Maddesinde aile konutunun bulunduğu yere "yerleşim yeri" adı verilmiştir. Buna göre; yerleşim yeri, bir ailenin sürekli kalmak niyetiyle oturduğu yerdir. Bir ailenin aynı zamanda birden fazla yerleşim yeri olamaz. Demek ki, bir ailenin birden fazla aile konutu olamaz. Medeni Kanunun 19. Maddesinde sözü edilen yerleşim yerindeki konut "aile konutudur" Bir aile pek çok yerde ev, yazlık, dağ evi v.s. sahibi olabilir, ancak bunlardan sadece birisi medeni kanunun aradığı anlamda aile konutudur. Tapudaki vasfı dükkan, işyeri gibi vasıflar olan yerler aile konutu olamaz. Ancak tapudaki vasfı arsa, bağ, tarla gibi olan yerler üzerinde konut yapılmış ve cins değişikliği henüz yapılmamış yerlerde aile konutu bulunduğu iddia edilirse ilgili muhtarlığın yazısı ile bu parseller üzerinde aile konutu bulunduğu kabul edilebilir.Aile konutu esas itibariyle Medeni Kanunun 194, 240, 254, 279 ve 652. Maddelerinde düzenlenmiştir. 194. Maddeye göre; "Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz.Rızayı sağlayamayan veya haklı bir sebep olmadan kendisine rıza verilmeyen eş, hakimin müdahalesini isteyebilir.Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini isteyebilir.Aile konutu eşlerden biri tarafından kira ile sağlanmışsa, sözleşmenin tarafı olmayan eş, kiralayana yapacağı bildirimle sözleşmenin tarafı haline gelir ve bildirimde bulunan eş diğeri ile müteselsilen sorumlu olur."Aile konutu eşlerden ikisi adına paylı mülkiyet şeklinde olabileceği gibi, eşlerden birisinin tam mülkiyetinde veya üçüncü kişilerle paylı mülkiyet şeklinde de olabilir. Eşler arasında paylı mülkiyet halinde kayıtlı ise aile konutu şerhini tapu kütüğüne yazmaya gerek yoktur. Zira, Medeni Kanunun 233. Maddesinde "... eşlerden biri diğerinin rızası olmadan paylı mülkiyet konusu maldaki payı üzerinde tasarrufta bulunamaz." hükmü getirilmiştir. Ancak ısrar edilirse eşler arasında paylı mülkiyet konusu taşınmazı üzerine de aile konutu belirtmesi işlenmesinde bir sakınca yoktur. Tapuda yapılacak işlemler sırasında işleme konu konutun aile konutu olup olmadığı soru konusu edilmemelidir. Tapu kütüğünün şerhler sütununda aile konutu olduğuna dair bir şerh yoksa karine olarak orası aile konutu değildir.Aile konutu şerhi tapuda malik olmayan eşin talebi üzerine tapu kütüğünün şerhler sütununa işlenir. Eşlerden ikisi birlikte gelerek de istemde bulunabilirler. Sadece malik olan eşin talebi ile de bu şerh işlenebilir. Bu şerh aile birliğini korumak amacıyla öngörülmüştür. Bu itibarla, şerh tapu kütüğüne işlendikten sonra malik olan diğer eşin bu konuta özgü tasarruf yetkisi kısıtlanmış olur. Artık bu belirtmeden yararlanacak olan eşin yazılı rızası olmadıkça aile konutu başkasına devredilemez, üzerinde ipotek, intifa, oturma (sükna) gibi ayni haklar ile kira gibi kullanımı sınırlayıcı şahsi haklar kurulamaz. Diğer eşin rızası alınmadıkça, konut niteliğini bozucu cins değişikliği yapılamaz. Tasarruf yetkisi kısıtlanmış olacağından malik olan eşin haberi olmadan işlenen “aile konutudur” şerhinin malik eşe tapu sicil müdürlüğünce bildirilmesi gerekir (MK.1019).Aile konutu kira yolu ile sağlanmışsa sözleşmenin tarafı olmayan eş, kiralayana noterden yapacağı bildirimle sözleşmenin tarafı haline gelir. Artık kendisi de kiracı sayılır. Bu kira sözleşmesi tapuya şerh edilmiş olsa bile kira yolu ile temin edilmiş mülkiyeti başkasına ait konutun beyanlar sütununa aile konutu belirtmesi yapmaya gerek yoktur. Zira kanun sadece eşin malik olması halinde onun tasarruf yetkisini engellemek için bu imkanı tanımıştır.Eş konutun tamamına sahip değil de bir hissesine sahipse ve ailenin burada oturduğu belgelenebiliyorsa, bu hisse üzerine aile konutu şerhi işlenmesi mümkündür. Bu halde kimin hissesi üzerine bu şerhin işlendiği de gösterilir. Örnek: Aile konutu şerhi: ........ hissesi üzerinde. Tarih-yev.Aile konutu intifa, sükna, üst hakkı gibi ayni haklar kurularak temin edilmiş ise bu taşınmazlar üzerine aile konutu belirtmesi düşülmesi mümkündür. Bu halde hak sahibi olan eş diğer eşin rızasını almadan lehine olan bu hakları süresinden önce terkin ettiremez. Aile konutu şerhi, intifası başkasın ait olan kuru mülkiyet üzerine kural olarak işlenemez. Ancak intifa hakkı sahibi rıza gösterirse eşe ait kuru mülkiyet üzerine de aile konutu şerhi işlenebilir.

b) İstenen Belgeler
1- Aile konutunun bulunduğu yerden alınmış ailenin yerleşim yeri (ikametgah) belgesi,
2- Gerektiğinde taşınmaz malın şerhi talep edilen taşınmaz mal ile aynı olduğunun kadastro müdürlüğünce tespit edilmesi,
3- İstemde bulunan eşin, tapudaki malikin eşi olduğuna dair nüfus kayıt örneği,
4- İstemde bulunanın nüfus cüzdanı veya pasaportu, varsa bir adet vesikalık fotoğrafı.


c) İstem Belgesinin Yazımı
Yukarıda nitelikleri yazılı taşınmaz malın maliki/hissedarı bulunan ..... ......' ekte sunduğum Nüfus Kayıt Örneğinden de anlaşılacağı üzere eşimdir. Yine ekte sunduğum Çankaya ilçesi, Anıttepe Mahallesi Muhtarlığından aldığım ../../2002 tarihli Yerleşim Yeri (İkametgah) Belgesinden de anlaşılacağı üzere bu taşınmaz malı aile konutu olarak kullanmaktayız. Bu itibarla, Medeni Kanunun 194. Maddesi uyarınca tapu kütüğüne aile konutu şerhi verilmesini arz ve talep ederim.


d) Şerhler Sütununa Yazılması
Tapu kütüğünün şerhler sütununa aşağıdaki şekilde şerh düşülür. İstemde bulunan eşe isterse ve harcını öderse, şerhin tapuya işlendiğine dair resmi bir yazı verilir. Örnek: Aile konutudur. Tarih-Yev.


e) Aile Konutu Şerhinin Terkini
a) Şerh malik olmayan eşin talebi ile işlenmiş ise, yine malik olmayan eşin talebiyle,
b) Şerh her iki eşin birlikte talebi ile işlenmiş ise, her ikisinin de talebiyle,
c) Eşlerin birlikte malik olduğu hisseli taşınmaz mallarda şerh eşlerden birinin talebiyle işlenmiş ise, şerhi işlettiren eşin talebiyle,
d) Malik olan eşin talebiyle şerh verilmiş ise, malik olmayan eşin de talep veya muvafakatıyla, Terkin edilmesi, ancak malik olmayan eşin ya da eşlerin birlikte malik olduğu hisseli taşınmaz mallarda şerh talebinde bulunan eşin ölümü ya da bu konuda alınmış mahkeme kararının ibrazı halinde diğer eşin tek taraflı talebiyle de terkin işleminin karşılanması gerkir (TKGM.Gn.2002/7).


f) İşlemin Mali Yönü
Aile konutu şerhinin tapu kütüğüne yazımı ve şerhin terkini için her hangi bir harç veya vergi alınamaz. Çünkü Harçlar Kanununa ekli (4) sayılı Tarifede böyle bir harç alınacağı öngörülmemiştir. Ancak tarifede yapılacak bir değişiklikle bu işleminde makul bir harca tabi tutulması gerekir


www.tkgm.gov.tr