Thursday, April 26, 2007

J. Harris demiş ki:
Kötümser yalnız tüneli görür, iyimser tünelin sonundaki ışığı görür; gerçekçi tünelle birlikte hem ışığı hem de gelecek treni görür.

Friday, April 20, 2007

08 Ekim 2006 Pazar - Hürriyet
Sevil ATASOY
Yak, beni yak, kendini yak

Kocası ölen kadınların, hep Franz Lehar’ın Şen Dul (Die Lustige Witwe) operetindeki Madam Hanna gibi şen ve zengin olduğu sanılmasın. Kimi ülkelerde "dul" sözcüğü, "fahişe" ya da "cadı" ile eşdeğer. Kimisinde dullar sokağa atılıyor, aç bırakılıyor, bıçaklanıyor, taşlanıyor, hatta öz oğulları tarafından yakılıyor.
Kuria Devi, 21 Eylül 2006 gecesi küpelerini, bileziklerini, kenarı çiçekli turuncu sarisini çıkarttı. Saçlarının başladığı yerdeki parlak kırmızı sinduru sildi. Gerçi 95 yaşındaydı ve daha ne kadar yaşayacağı bilinmezdi ama, bundan böyle sadece beyaz giyecekti. Tıpkı dul kalan milyonlarca Hindu kadın gibi.
Ertesi sabah, 60 milyon nüfuslu Madya Pradeş eyaletinin Baniyani köyündeki cenaze töreninde 20-25 kişiydiler. Beyazlar içindeki Kuria, dört oğlunun arasında, boyundan büyük odun yığınının üzerinde alevler içerisinde son yolculuğuna çıkan kocasını uğurladı. Keşke bir kuş olup da, o gün olanları seyredebilseydik. Köylülerin anlattığı gibi, Kuria’nın kendisini alevlerin içerisine mi attığını, yoksa polis müdürü Şankal Kumar’ın iddia ettiği gibi, dört oğlunun analarını kollarından, bacaklarından tutup, zorla yanmakta olan kocasının yanına mı oturttuklarını gözlerimizle görmüş olurduk.
23 Eylül 2006 günü Şankal müdür, dört kardeşi ve olan bitene seyirci kalan köylüleri tutukladı. Tümü, 1 Ekim 1987 tarihli, Sati Önleme Yasası’na karşı gelmekten ömür boyu hapis istemiyle yargılanacaklar. Sanskritçe orijinalinde "sadık eş" demek olan "sati", yıllar içinde bu anlamını yitirerek, dul kalan kadının, ölen kocasıyla birlikte yakılmasına dönüşmüş. Yasaya göre, kocasının ardından ateşe atlayan kadına engel olmamak, buna teşvik etmek, yanan dulu kutsallaştırmak, adına tapınaklar inşa etmenin cezası bile ömür boyu hapis.
KADINLAR ÜZERİNDEN SİYASET
2006 Ağustos’unda, Madya Pradeş’in Tulsipar köyünden Prem Narayan, felçli geçirdiği 5 yıl sonunda öldü, usulüne uygun olarak yakıldı. Ertesi gün köylüler, 45 yaşındaki karısı Janak Rani’nin ortadan kaybolduğunu polise bildirdi. Yapılan soruşturmada hiçbir görgü tanığına ulaşılamayınca, polis müdürü Mohd Afşar, cenazenin yakıldığı odun kümesi üzerindeki tüm kalıntıların Haydarabad polis kriminal laboratuvarına gönderilmesini emretti. Prem’in kemiklerinin arasında karısınınkilere de rastlanınca, Janak’ın yanarak öldüğü ortaya çıktı. Ulusal Kadın Komisyonu’nun ve feminist yazarların tüm itirazlarına rağmen kadının ölümü kayıtlara intihar diye geçti ve dosya kapatıldı. Eyalet Başbakanı Şivraj Sing Kuhan, köylülere yasadan korkmamalarını, haklarında hiçbir işlem yapılmayacağını bildirir beyanatlarda bulunduğu gibi, dul bir kadının, kocasının ardından intihar etmesinin ne denli kutsal bir eylem olduğunu belirtir konuşmalar bile yaptı.
Halbuki 2002’de komşu Patna-Tamolia köyünde, 65 yaşındaki dul Kuttu Bai’nin nasıl yandığı kesin olarak aydınlatılamadığı halde, yetkililer tam tersi bir davranış sergilemişti. Cenazeyi izleyen 2 bine yakın köylü, kadının kendisini alevlere attığını söylediyse de, Kuttu ve kocasının aralarının açık olduğunu, ayrı evlerde yaşadıklarını, intihar edecek bir nedeni bulunmadığını ve odunlar üzerine zorla oturtulduğunu ileri süren polis 15 kişiyi tutukladı. Kuttu’nun iki oğlu ile iki erkek kardeşi ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. O tarihte eyalet başbakanı Digvijay Sing, konuşmayan köylüleri cezalandırmak amacıyla, iki yıl süreyle tüm devlet yardımını kesti. Bu davranış, bakan Sing’i koltuğundan etti. Dünyanın her yerindeki gibi, Hindistan’da da kadınlar üzerinden siyaset, işe yarıyor anlaşılan.
ÜLKEYİ BÖLEN OLAY
Siyasiler, dulların yakılması konusunda sadece soruşturmaları değil, yargılamayı da etkiliyor. Zengin, okumuş, büyük kentli bir ailenin kızı Rup Kanvar’ın ölümü, buna bir örnek. 18 yaşında, 8 aylık bir gelinken dul kalan Rup Kanvar 4 Eylül 1987 günü, güneş tepeye ulaşmadan, Racastan eyaletinin Deorala köyünde, binlerce kişinin gözleri önünde ve "sati mata ki jai" (kutsal anne çok yaşa) nidaları arasında kocasıyla birlikte yakıldı.
Kimileri, genç kadına cenaze sabahı afyon yutturulduktan sonra kırmızı gelinliğinin giydirildiğini, kucakta köy meydanına taşınarak odunların üzerine oturtulduğunu söylediler. Kimileri, genç gelinin böyle bir sona kendisinin talip olduğunu ve kocası ile birlikte ölmek istediğini anlattılar.
Bu olay üzerine Hindistan, gelenekçiler ile modernler diye ikiye bölündü. Hızla, "Sati Önleme Yasası" çıkartıldı. Medyayı uzunca bir süre meşgul eden soruşturma sonunda, olayı engellemeyen, hatta teşvik eden onlarca köylü ve görevi ihmalden çok sayıda devlet görevlisi ile siyasi hakkında dava açıldı. Aralarında genç kadını odunlara bağlayan kayınpederi ve kayınbiraderinin de bulunduğu 11 kişi mahkûm oldu.
Ancak 31 Ocak 2004’te, bir Jaipur sati özel mahkemesi, delil eksikliğinden hepsinin beraatine karar verdi. Beraat edenlerin arasında eski Racastan bakanları da bulunuyor. Mahkeme, sadece Kanvar davasının mahkûmlarını değil, halen görülmekte olan 22 sati davasının pek çok sanığını da delil yetersizliğinden serbest bıraktı.
O günden bu yana Hindistan’ın pek çok kentinde yüzlerce kadın, zaman zaman bir araya gelerek protesto yürüyüşleri yapıyor, devlet dairelerinin önüne siyah çelenkler bırakıyor, zorla uyuşturucu verilen dul kadınların, kocalarıyla birlikte yakılmalarına oy kaygısı nedeniyle göz yumulduğunu, göstermelik yasalar çıkartmanın yetmediğini, uygulamanın önemli olduğunu, yargıya baskı yapıldığını ileri sürüyorlar.
YASALAR ENGELLEYEMİYOR
Hindistan’da dulların yeniden evlenmesine 1856’dan bu yana izin verildiği halde, bu durum günümüzde bile sadece orta ve üst sosyal sınıflar içerisinde ve ender görülüyor. Dünyevi nimetlerin tümünden elini eteğini çekmesi beklenen, saçları sıfır numara traş edilen, sadece beyaz giyebilen, hiçbir davete hatta kendi çocuklarının düğünlerine bile gidemeyen milyonlarca Hindu dulun, şimdiki ya da önceki hayatındaki günahlarının, kocasının ölümüne neden olduğuna inanılıyor. Bu nedenle dulların, hele çocuksuz olanların, "uğursuzluk getirir" diye evden atılmalarına çok sık rastlanıyor.
Sokaklara düşen dullar, ya Vrindavan, Varanasi, Haridvar gibi, binlerce dulun, açlık, pislik ve hastalık içinde, iyi kalpli zenginlerin ara sıra bıraktığı yiyeceklerle yaşamlarını sürdürmeye çalıştıkları kutsal yerlere gidiyor, ya sokaklarda şarkılar söyleyip dilencilik yapıyor ya da fuhuş batağına gömülüyorlar. Tabii bir de, kocayla birlikte yakılmak gibi "kutsal" ve "üstün" bir çözüm var. İnanışa göre sati, sadece kendisinin değil, tüm akrabalarının bundan sonraki 7 kuşağının günahlarını affettirir, üstelik yeniden doğuşta, yeryüzüne kadın değil, erkek olarak gelişin garantisini verir. Halbuki 50 yıldır Hindistan eyaletlerinin medeni yasaları, batılı bir dul kadının yararlandığı tüm hakları içeriyor. Yeniden anlıyoruz ki, gelenek, töre ve batıl inanışlardan kurtulmadıkça, sadece yasa yapmak, üzerinden yarım asır geçse de, toplumu bir yere vardırmıyor.
DUL YAKMAK 700 YILLIK GELENEK
Hindistan’da sati geleneği çok eski. 700 yıl önce Rajput kadınları, savaşta ölen kocalarının ardından, galip gelen ordu mensuplarının tecavüzüne uğramamak için kendilerini yakmışlar. Daha sonraları, kocaya sadakati ve ölümünden sonra yaşamın anlamsızlığını kanıtlamak için uygulanmış. 1829’da İngilizlerin yasakladığı sati, Hindistan hükümetinin çıkarttığı ağır yasalara rağmen, başta Madya Pradeş ve Racastan eyaletleri olmak üzere, ülkenin orta ve kuzeyindeki kırsal kesimlerde yaşayan Hindular arasında hálá sürüyor. Ve ne yazık ki bazı psikiyatrlar tarafından ritüel intihar olarak değerlendirilerek meşrulaştırılmaya çalışılan bu insanlık dışı uygulama, oy toplama gayretiyle milletvekillerinden bile destek görüyor.
Resmi istatistiklere göre, 1947’deki bağımsızlıktan sonra Hindistan’da yaşanan satilerin sayısı 50 kadar. Halbuki sati ile mücadele eden sivil toplum örgütleri, 40 milyona yakın dul kadının yaşadığı ülkelerinde, yakılanların sayısının bunun çok üzerinde olduğunu, polis tarafından örtbas edilen cinayetlere intihar süsü verildiğini ve siyasilerin soruşturmaları etkileyip, yönlendirdiğini iddia ediyor.
Sadece Tanzanya’da yılda 500 dul, cadı diye öldürülüyor
Esasen dul kalmak, dünyanın birçok ülkesinde kadınlar için sosyal bir ölüme eşdeğer. Kocalarının gidişiyle, sadece eve ekmek getiren ve çocuklara bakan kişiyi değil, toplumdaki statülerini de kaybeden dul kadınlar, ayırımcılığın ve damgalanmanın en ağırını da yaşamaya başlıyor. Evlenmeden önce babalarının, evlendikten sonra kocalarının sahip olduğu ve onlar tarafından denetlenen bu kadınlar, dul kaldıklarında fakirlerin en fakiri durumuna düşüyor, fiziksel, cinsel ve ruhsal istismara uğruyorlar.
Bazı Afrika kültürlerinde, bize hiç de yabancı olmayan bir uygulama gözleniyor. Dul kalan kadın, ölen erkeğin erkek kardeşi ya da bir akrabasıyla birlikte olmaya zorlanıyor. Eskiden bu gelenek, kadın ve çocukları için ekonomik bir güvence olsa da, giderek artan fakirlik ve geniş aile alışkanlığının terk edilmesi, yeniden hamile kalan dul kadının sokağa bırakılmasını da beraberinde getiriyor. Dul kalmanın çocuklar, özellikle kız çocukları üzerindeki negatif etkisi de büyük. Fakirlik, önce onların okuldan alınmasına yol açıyor. Çocuk işçiliğine, erken evliliğe ya da fahişeliğe zorlanma ve satılma bunu izliyor. Kısacası, açlık ve hastalık, okuma yazması olmayan, yeterli beslenme ve barınma olanaklarından yoksun dullar ve çocuklarını bekleyen tek gelecek.
Tıpkı Hindistan’daki gibi, Bali’de, Fiji, Vanuatu gibi Güney Pasifik adalarında, ayrıca pek çok Afrika ülkesinde kadınlar, kocalarının ölümünden sorumlu tutuluyor ve cezalandırılıyor. Örneğin Nijerya’da, kocasının cesedinin yıkandığı suyu içmeye, bir yıl boyunca evden çıkmamaya, aylarca yıkanmamaya, yerde çırılçıplak oturup gündüz ve gecenin belirli saatlerinde bağırıp, ağlamaya, önlerine konan kaptakileri yemeye zorlanıyorlar. İşin en kötüsü, kocaları AIDS’ten ölen Afrikalı dullar, cadılıkla suçlanıyor ve yüzlercesi taşlanıyor, boğuluyor, bıçaklanıyor. Sadece Tanzanya’da yılda 500 dul, cadı diye öldürülüyor.
15 YAŞINDAN BÜYÜK HER12 KADINDAN BİRİ DUL
Son 25 yılda kadınların ekonomik durumuna, sağlık, eğitim ve yasal haklarına ilişkin yayınlanan sayısız raporda, dullara ayrılan bölümlere neredeyse hiç rastlanmıyor. Halbuki dünya genelinde, erişkin her 10 kadından biri dul (Türkiye’de 15 yaşından büyük her 12 kadından biri) ve en gelişmişinden, en gerisine tüm dünya dullarını bekleyen başlıca iki son var: Sosyal statünün kaybı ve azalan ekonomik güç.
Kadınlar, genelde erkeklerden uzun yaşıyor. Bu nedenle, 60 yaşın üzerindeki dul kadınların sayısı, eşlerini kaybeden erkeklerden fazla. Örneğin Hindistan’da, ileri yaştaki kadınların yüzde 54’ü dul. Öte yandan, erkekler genellikle kendilerinden yaşça küçük kadınlarla evlendiklerinden, genç yaşta dul kalan çocuklu kadınların sayısı da yüksek. Asya’nın genelevleri, Nepal, Bangladeş ve Hindistan’dan getirilen çocuk yaşta dullar ve onların kız çocuklarıyla dolu.
Ayrıca savaşlar ve etnik temizlikler, bu kadınların sayısının çığ gibi artmasına yol açıyor. Afganistan’da, dilenmekten başka çaresi olmayan dulların sayısı 2 milyonu aşıyor. 1994 Ruanda soykırımından sonra erişkin kadın nüfusunun yüzde 70’inden fazlası dul kalmıştı. Mozambik kadınlarının yüzde 60’ı dul. Kosova’daki kadınlar, kocalarının ölü mü, kayıp mı olduklarını bile bilmiyor. Kamboçya, Endonezya, Doğu Timor, Vietnam, Myanmar ve Tayland, çaresizlikten kız çocuklarını satan dul kadınlarla dolu.
Şili ve Guatemala gibi birçok Latin Amerika ülkesinde pek çok kadın "kaybolanların" karısı. Onlar, belki de hiçbir zaman dul kalıp kalmadıklarını öğrenemeyecek. Rusya’nın sokaklarında yaşayan küçükler, genellikle genç yaşta dul kalan kadınların çocukları. Ve ne yazık ki, 1979 tarihli BM Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ne rağmen, hükümetler, uluslararası kuruluşlar, sivil toplum örgütleri, hatta kadın birlikleri, dulları ve onların çocuklarını tamamen unutmuş gözüküyor.
Sevil ATASOY tarafından yazılan bu makale 08 Ekim 2006 Pazar günü yayınlanan Hürriyet Gazetesindeki yazısıdır.

Tuesday, April 17, 2007

Farklı Kültürlerde Farklı Şiddet Türleri Ortak Payda:KADIN

Daha önceki yazılarımda şiddetin şiddeti uygulayan ve şiddete maruz kalan kişiler arasında bir mesele olmadığı, olumsuz etkilerinin suda yayılan halkalar gibi toplumun tüm bireylerine yayıldığından bahsetmiştim.Şiddet insanın varoluşundan beri vardır mutlaka.Şiddetin olmadığı bir toplum olduğunu da sanmam.Ama her toplumda şiddetin uygulanış şekilleri ve şiddete karşı mağdurun, toplumun, devletin yaklaşımı farklıdır mutlaka.Örneğin ülkemizde töre cinayeti denilen, aslında içinde sevginin zerresini taşımayan, başkalarının yaşadığı aşkı, sevgiyi, yaşadıkları mutlulukları kıskanan, belki hiç sevilmemiş, başı okşanmamış , eğitimsiz canilerin, yine kendisi gibi yaşayamadığı mutlulukların başkalarınca yaşanmasına dayanamayan, hayatta hiçbir şey olamamış, eşinin, kızının, kızkardeşinin hatta mahallesinde yaşayan komşu kadınların namuslarının sözde koruyuculuğuna savunmuş,kalbinde kıskançlık, kin ve öfkeden başka hiçbir duyguya yer olmayan, kimi zaman gerçekten namussuzluk sayılacak, hırsızlık, dolandırıcılık, kaçakçılık, ırza geçme gibi suçların faili olan, eğitimsiz başka canilerin de kışkırtması ile işlediği cinayetleri, Hindistan 'da - hala uygulanmadığını ümit ediyorum- ölen erkeğin karısının erkeğin cesedi ile birlikte diri diri yakılmasını , bazı toplumlarda uygulanan, erkek sünnetinin aksine tıbbi olarak çok vahim sonuçları olan kadın sünnetini tolumdan topluma değişen , farklı şiddet türleri olarak sayabiliriz.Sizin de dikkatinizi çekmek isterim,yukarıda saydığım üç farklı şiddet türünün ortak noktası ne? Sizce de erkeğin kadının sahibi olduğu düşüncesi yatmıyor mu bu üç şiddet türünde de ?Kadın sünneti, sadece kadının cinsel ilişkiden zevk almasını önlemekten başka hiçbir işe yaramayan, korkunç bir müdahale. Diğer iki şiddet türünün amacı da zaten apaçık ortada. Kocası ölmüşse kadının yaşamasının da anlamı kalmamıştır. Kadın birisini sevmişse, kadın bir erkekle birlikte olmuşsa, hatta hatta kadın bir erkeğin tecavüzüne uğramışsa, bunun müeyyidesi vardır, ölüm. Zira kadınlar sadece erkeklerin emrine , hizmetine sunulmuş varlıklardır. Kendilerinin yaşamdan hiçbir zevk almaya hakları yoktur. Hatta erkekler izin vermedikçe yaşamaya da hakları yoktur.
Bu konuya girince kendimi kaptırıyorum.Şiddetin asgari haddi yoktur. Bir tokat dahi kabul edilemez. Şiddetin önüne geçmek için,insanların,çocukluktan değil doğumlarından itibaren, şiddete karşı eğitilmeleri, tabi öncelikle şiddet görmemeleri, gerekir.Ailede şiddet uygulanması çocuğun şiddeti normalleştirmesine yol açar. Şiddet uygulamak doğaldır, eğer birisi sana muhalefet ediyorsa, gücünde yetiyorsa ona şiddet uygulayabilirsin, diye düşünmeye başlar şiddete maruz kalan yada tanık olan çocuk. Her sorunun baskı, tehdit ve dayakla aşıldığı bir ailede büyüyen çocuk , şiddeti sorunlarla mücadelede tek yol olarak bilir ve uygular. Yetişkin olduğunda da eğer aldığı eğitim ve kişisel evrimi ile şiddeti dışlayamazsa, en azından sürekli çocuğunu dövmekle tehdit ederek, yönlendirmeye çalışan bir ebeveyn olacaktır.
Ben bu yazıya başlarken değinmek istediğim konu, şiddete karşı devletin neler yapabileceğiydi. Bunlardan ilki tabiki eğitim. Okullarda çocukların eğitimi, daha öncesi çocukları eğitecek eğitimcilerin eğitimi, ebeveynlerin eğitimi, devletin her ama her alanda görev yapan personelinin eğitimi-personelin eğitimi deyince akla hemen polis ve jandarma personelinin eğitimi gelebilir. Hayır, vergi dairesinde, adliyede, bankada , devletin her alanda ve kademedeki memurunun eğitimi benim kasdettiğim. Kim gittiği bir resmi dairede bir memurun gazabına uğramamıştır bugüne kadar?Şiddet şiddeti tetikler. Gittiği resmi dairede azarlanan, hakarete uğrayan bir kişi emin olun bunun acısını önüne ilk çıkandan, çocuğundan, karısından, ,işçisinden alacaktır.-yasal düzenlemeler yapmak, yasal düzenlemeleri uygulatmak, yasal düzenlemeleri yaparken uygulanabilmesini sağlayacak düzenlemeleri de beraber yapmak, örneğin anne-babasından şiddet gören çocuğu devletin bakım ve gözetimi altına alınmasını yasayla düzenlemek meseleyi çözmez, bu çocuğun bakılacağı devlet kurumunda, sağlıklı bir birey olarak yetişmesi ve yaşaması için zorunlu tüm tedbirler alınmalı. Ülkemizde devlete ait kurumlarda çocukların şiddetin her türü ile karşılaştıklarına ne yazık ki zaman zaman tanık oluyoruz.
Yasama organı yasaları düzenlerken elbetteki toplumun sosyo-kültürel yapısını, ekonomik durmunu vs. gözönüne alacaktır. Ama yasama organı yasaları yaparken, toplumun yanlış inanç ve düşüncelerini,ikel törelerini devam ettirebilmesine elverişli yasalar değil, aksine bunların ortadan kalmasını sağlayacak yasalar hazırlamalıdır. Bence töre cinayeti denilen toplumun alnına asıl kara lekeyi süren bu cinayetlerin süregelmesinde ve bugüne kadar ki uygulamalarında yasama organının büyük sorumluluğu vardır. Son değişikliğe kadar töre cinayetinde indirim uygulanması büyük bir yanlıştı, bu yanlıştan geç de olsa dönülmüştür.
Şiddet uygulayanın cezalandırılması, mağdurun korunması için yasal düzenlemeler yapılması, şiddetin failinin de sadece hapis cezası yada para cezası ya da aile içi şiddete karşı önlemlerle cezalndırılması yeterli değildir. Şiddet failinin mutlaka ama mutlaka bir eğitim ve tedavi programına yönlendirilmesi gerekmektedir.Şöyle ki, eşine şiddet uygulayan bir koca hakkında yargılama yapıldı, verilen ceza da para cezasına çevrildi, yada çevrilmedi de hapis cezası aldı. Eee... sonra?150,00YTL para cezası ödeyen yada 1 ay cezaevinde kalan birisinin bir daha şiddet uygulamayacağını düşünmek komik değil mi ? Bu kişiler uyguladıkları şiddetin cezasını çekmenin yanında, mutlaka zorunlu bir eğitim ve tedavi programına devam zorunda olmalılar. Devam etme süresini de hakim örneğin 3 aylık süreler olarak belirleyip, süre sonunda eğitimi ve tedaviyi uygulayan uzmanın görüşü ile devamına yada sonlanmasına karar vermelidir.Gerekirse bu sürece failin eşi ve çocuklarının da katılımı sağlanmalıdır.
Şiddete karşı verilecek cezalar da anlamlı olmalıdır. Verilecek cezanın yanında , şiddetin failinin kişisel gelişimine de olanak sağlayacak tedbirlere-ama hayatında hiç kuaföre gitmeyen kadına 3 ay kuaföre gitmeme cezası ya da hiç sinemaya gitmeyen adama 1 ay sinemaya gitmeme cezası gibi değil-hükmedilmelidir.
Bu konuda yazılacak o kadar çok şey var ki. Sürekli kendime de telkin ediyorum, şiddetin insana yakışmayan-ne faile ne de mağdura-bir eylem olduğunu. Geleneksel yapımızın bize aşıladığı şiddete eğilimi törpülememiz, kendimizden hayatımızdan uzaklaştırmamız lazım.

Wednesday, April 4, 2007

HANIMLAR DİKKAT! AİLE KONUTU ŞERHİ!



AİLE KONUTU ŞERHİ

a) Açıklama
Aile konutu, ailenin devamlı olarak ikametine ayrılan konuttur. Medeni Kanunun 19. Maddesinde aile konutunun bulunduğu yere "yerleşim yeri" adı verilmiştir. Buna göre; yerleşim yeri, bir ailenin sürekli kalmak niyetiyle oturduğu yerdir. Bir ailenin aynı zamanda birden fazla yerleşim yeri olamaz. Demek ki, bir ailenin birden fazla aile konutu olamaz. Medeni Kanunun 19. Maddesinde sözü edilen yerleşim yerindeki konut "aile konutudur" Bir aile pek çok yerde ev, yazlık, dağ evi v.s. sahibi olabilir, ancak bunlardan sadece birisi medeni kanunun aradığı anlamda aile konutudur. Tapudaki vasfı dükkan, işyeri gibi vasıflar olan yerler aile konutu olamaz. Ancak tapudaki vasfı arsa, bağ, tarla gibi olan yerler üzerinde konut yapılmış ve cins değişikliği henüz yapılmamış yerlerde aile konutu bulunduğu iddia edilirse ilgili muhtarlığın yazısı ile bu parseller üzerinde aile konutu bulunduğu kabul edilebilir.Aile konutu esas itibariyle Medeni Kanunun 194, 240, 254, 279 ve 652. Maddelerinde düzenlenmiştir. 194. Maddeye göre; "Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz.Rızayı sağlayamayan veya haklı bir sebep olmadan kendisine rıza verilmeyen eş, hakimin müdahalesini isteyebilir.Aile konutu olarak özgülenen taşınmaz malın maliki olmayan eş, tapu kütüğüne konutla ilgili gerekli şerhin verilmesini isteyebilir.Aile konutu eşlerden biri tarafından kira ile sağlanmışsa, sözleşmenin tarafı olmayan eş, kiralayana yapacağı bildirimle sözleşmenin tarafı haline gelir ve bildirimde bulunan eş diğeri ile müteselsilen sorumlu olur."Aile konutu eşlerden ikisi adına paylı mülkiyet şeklinde olabileceği gibi, eşlerden birisinin tam mülkiyetinde veya üçüncü kişilerle paylı mülkiyet şeklinde de olabilir. Eşler arasında paylı mülkiyet halinde kayıtlı ise aile konutu şerhini tapu kütüğüne yazmaya gerek yoktur. Zira, Medeni Kanunun 233. Maddesinde "... eşlerden biri diğerinin rızası olmadan paylı mülkiyet konusu maldaki payı üzerinde tasarrufta bulunamaz." hükmü getirilmiştir. Ancak ısrar edilirse eşler arasında paylı mülkiyet konusu taşınmazı üzerine de aile konutu belirtmesi işlenmesinde bir sakınca yoktur. Tapuda yapılacak işlemler sırasında işleme konu konutun aile konutu olup olmadığı soru konusu edilmemelidir. Tapu kütüğünün şerhler sütununda aile konutu olduğuna dair bir şerh yoksa karine olarak orası aile konutu değildir.Aile konutu şerhi tapuda malik olmayan eşin talebi üzerine tapu kütüğünün şerhler sütununa işlenir. Eşlerden ikisi birlikte gelerek de istemde bulunabilirler. Sadece malik olan eşin talebi ile de bu şerh işlenebilir. Bu şerh aile birliğini korumak amacıyla öngörülmüştür. Bu itibarla, şerh tapu kütüğüne işlendikten sonra malik olan diğer eşin bu konuta özgü tasarruf yetkisi kısıtlanmış olur. Artık bu belirtmeden yararlanacak olan eşin yazılı rızası olmadıkça aile konutu başkasına devredilemez, üzerinde ipotek, intifa, oturma (sükna) gibi ayni haklar ile kira gibi kullanımı sınırlayıcı şahsi haklar kurulamaz. Diğer eşin rızası alınmadıkça, konut niteliğini bozucu cins değişikliği yapılamaz. Tasarruf yetkisi kısıtlanmış olacağından malik olan eşin haberi olmadan işlenen “aile konutudur” şerhinin malik eşe tapu sicil müdürlüğünce bildirilmesi gerekir (MK.1019).Aile konutu kira yolu ile sağlanmışsa sözleşmenin tarafı olmayan eş, kiralayana noterden yapacağı bildirimle sözleşmenin tarafı haline gelir. Artık kendisi de kiracı sayılır. Bu kira sözleşmesi tapuya şerh edilmiş olsa bile kira yolu ile temin edilmiş mülkiyeti başkasına ait konutun beyanlar sütununa aile konutu belirtmesi yapmaya gerek yoktur. Zira kanun sadece eşin malik olması halinde onun tasarruf yetkisini engellemek için bu imkanı tanımıştır.Eş konutun tamamına sahip değil de bir hissesine sahipse ve ailenin burada oturduğu belgelenebiliyorsa, bu hisse üzerine aile konutu şerhi işlenmesi mümkündür. Bu halde kimin hissesi üzerine bu şerhin işlendiği de gösterilir. Örnek: Aile konutu şerhi: ........ hissesi üzerinde. Tarih-yev.Aile konutu intifa, sükna, üst hakkı gibi ayni haklar kurularak temin edilmiş ise bu taşınmazlar üzerine aile konutu belirtmesi düşülmesi mümkündür. Bu halde hak sahibi olan eş diğer eşin rızasını almadan lehine olan bu hakları süresinden önce terkin ettiremez. Aile konutu şerhi, intifası başkasın ait olan kuru mülkiyet üzerine kural olarak işlenemez. Ancak intifa hakkı sahibi rıza gösterirse eşe ait kuru mülkiyet üzerine de aile konutu şerhi işlenebilir.

b) İstenen Belgeler
1- Aile konutunun bulunduğu yerden alınmış ailenin yerleşim yeri (ikametgah) belgesi,
2- Gerektiğinde taşınmaz malın şerhi talep edilen taşınmaz mal ile aynı olduğunun kadastro müdürlüğünce tespit edilmesi,
3- İstemde bulunan eşin, tapudaki malikin eşi olduğuna dair nüfus kayıt örneği,
4- İstemde bulunanın nüfus cüzdanı veya pasaportu, varsa bir adet vesikalık fotoğrafı.


c) İstem Belgesinin Yazımı
Yukarıda nitelikleri yazılı taşınmaz malın maliki/hissedarı bulunan ..... ......' ekte sunduğum Nüfus Kayıt Örneğinden de anlaşılacağı üzere eşimdir. Yine ekte sunduğum Çankaya ilçesi, Anıttepe Mahallesi Muhtarlığından aldığım ../../2002 tarihli Yerleşim Yeri (İkametgah) Belgesinden de anlaşılacağı üzere bu taşınmaz malı aile konutu olarak kullanmaktayız. Bu itibarla, Medeni Kanunun 194. Maddesi uyarınca tapu kütüğüne aile konutu şerhi verilmesini arz ve talep ederim.


d) Şerhler Sütununa Yazılması
Tapu kütüğünün şerhler sütununa aşağıdaki şekilde şerh düşülür. İstemde bulunan eşe isterse ve harcını öderse, şerhin tapuya işlendiğine dair resmi bir yazı verilir. Örnek: Aile konutudur. Tarih-Yev.


e) Aile Konutu Şerhinin Terkini
a) Şerh malik olmayan eşin talebi ile işlenmiş ise, yine malik olmayan eşin talebiyle,
b) Şerh her iki eşin birlikte talebi ile işlenmiş ise, her ikisinin de talebiyle,
c) Eşlerin birlikte malik olduğu hisseli taşınmaz mallarda şerh eşlerden birinin talebiyle işlenmiş ise, şerhi işlettiren eşin talebiyle,
d) Malik olan eşin talebiyle şerh verilmiş ise, malik olmayan eşin de talep veya muvafakatıyla, Terkin edilmesi, ancak malik olmayan eşin ya da eşlerin birlikte malik olduğu hisseli taşınmaz mallarda şerh talebinde bulunan eşin ölümü ya da bu konuda alınmış mahkeme kararının ibrazı halinde diğer eşin tek taraflı talebiyle de terkin işleminin karşılanması gerkir (TKGM.Gn.2002/7).


f) İşlemin Mali Yönü
Aile konutu şerhinin tapu kütüğüne yazımı ve şerhin terkini için her hangi bir harç veya vergi alınamaz. Çünkü Harçlar Kanununa ekli (4) sayılı Tarifede böyle bir harç alınacağı öngörülmemiştir. Ancak tarifede yapılacak bir değişiklikle bu işleminde makul bir harca tabi tutulması gerekir


www.tkgm.gov.tr