Tuesday, December 18, 2007

Başka Söze Gerek Var mı?

Soner YALÇIN sonery@hurriyet.com.tr

İran'a şeriat 'demokrasi' ve 'özgürlük' vaatleriyle geldi

AKP'nin Anayasa tasarısı hazırlıkları, Türkiye'nin bir saklı gündeminin doğmasına neden oldu: "Darbe mi? Şeriat mı?" İşte Türkiye'nin gizli gündemi bu soru. Herkes bunu tartışıyor. Ne rastlantı; yıllar önce, İslam devriminden önce benzer soru İran'ın da gündemindeydi. İranlı solcular, demokratlar, liberaller ve milliyetçiler bu soruyu tartışıyordu, darbeye karşı çıkıyorlardı. Gelin İran'ın İslam devrimi öncesi ve sonrası günlerine gidelim. Bir de, "mahalle baskısı" var mıymış görelim.
MERHABA. Benim adım Bahman Nirumand. İranlı bir gazeteci-yazarım.Şah'ın devrilmesinde aktif rol oynayanlardanım.Ve aynı zamanda mollaların, demokrasi ve özgürlük getireceğine inanan milyonlarca solcu, demokrat, liberal ve milliyetçi insandan biriyim.Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, kadınlara eşit haklar verilecek, giyim serbest olacaktı. Şah'ı devirdikten sonra mollaların camiye geri döneceklerinden emindik. Devleti yönetecek durumda olduklarına inanmıyorduk. Yanıldık. Kitaplardan ezberlediğimiz cümleleri, içi boş kavramları birbirimize söyleyip duruyorduk.ÜZERİNDE DURMADIKHer şey 14 Ocak 1979 tarihinde değişti. Şah, İran'ı terk etti. Ardından İran tarihinin en büyük yürüyüşü Tahran'da yapıldı. Sansür, yasak yoktu, istediğimiz gibi bağırıyorduk.Fakat mitingde ilk dikkatimi çeken, kim liberal Musaddık ya da solcu şehitlerin resimlerini taşıyor ise mollalarca dövülüyordu.Pek üzerinde durmadık bu olayın, "Hele bir kurtlarını döksünler, sonra sakinleşirler" diye düşündük.Ertesi gün gazetede, bir hırsızın genç mollalar tarafından yakalanıp, adına "İslam Mahkemesi" denilen bir mahalli heyet tarafından 35 kamçı cezasına çaptırıldığı haberini okuduk.Haberi ciddiye almadık; "Üç beş sapsızın işi" dedik.Bu arada bira-şarap fabrikalarının yakılması, sinemaların tahrip edilip filmlerin sokaklara atılması gibi olayların üzerinde hiç durmadık. "Ufak tefek şeylerin" toplumun demokrasi ve ulusal bağımsızlık yolundaki çabaları etkilemesini istemiyorduk. Biz bunları söylerken, mollalar tarafından, kadın ve erkeklerin yan yana yüzemeyecekleri; okullarda aynı sınıflarda olamayacakları; birlikte spor yapamayacakları gibi gerici kararlar ardı ardına alınmaya başlandı."Müslüman kadınların yanında orospuların yeri yoktur" denilerek kadınlara örtünme zorunluluğu getirildi. Özellikle üniversitelerde bu yüzden çatışmalar çıktı. Bu çatışmalardan rahatsız olduk; kadın sorununun güncelleşip ön plana geçmesini istemiyorduk! "Asıl mücadele, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilmelidir" diyorduk. Kadın sorunu bir yan çelişkiydi, ana çelişki sömürüydü. Kadının giyim sorunu, emperyalizme karşı verilen mücadeleyi baltalamamalıydı! Peçesiz, başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar artık açıkça, gözümüzün önünde dövülüyordu. Bazı kadınların yüzüne kezzap atılıyordu.Biz ise hálá büyük laflar ediyorduk; bu tür olayları devrimin kaçınılmaz sancıları olarak görüp umursamıyorduk! "İttifak" "Eylem Birliği" gibi terimlerin peşinden koşup duruyorduk. GEÇİŞ SANCILARI SANDIKHumeyni, "Bütün sorunlarımızın sebebi, cemiyetimizdeki ahlaksızlıklardır. Bunların kökünü kazımalıyız" diyor; genç mollalar terör estiriyordu. Kitabevleri yağmalanıyor; gazete bayileri ateşe veriliyordu. Şiraz'da "İslam Mahkemesi" eşcinsel ve fahişe olduğu gerekçesiyle dört kişiyi idam ediyordu. Benzer olay Tahran'da da gerçekleşiyor, üç fahişe ve üç eşcinsel kurşuna diziliyordu.Sesleri ve görüntüleriyle erkekleri tahrik ettikleri için kadın spikerler televizyondan kovuluyor; uyuşturucu olarak görülen müzik yasaklanıyordu. Alkol içen, kırbaç cezasına çaptırılıyordu. Şimdi düşünüyorum da, insan zamanla her türlü aşağılanmaya alışıyor galiba. Hiçbirini görmüyorduk; basmakalıp analizlerimizin doğru olduğuna o kadar inanıyorduk ki!..Oysa toplum hızla dincileştiriliyordu. Alınan her kararda "Tamam bu sonuncusu" diyorduk. Ama arkası hep geliyordu.Kızların evlenme yaşı 18'den 13'e düşürüldü. Parfüm, ruj, saç boyası, mücevher gibi kadın malzemelerinin yurda girişi yasaklandı. Kadın çamaşırı satan mağazaların vitrinlerine sutyen, kombinezon vs. koymasına bile izin yoktu.Kamu dairelerinde kadın memurlara tesettüre girme emri çıkarıldı.Aslında birçok aydın kadının üye olduğu kadın dernekleri vardı. Onlar kendi küçük çevrelerinde "hamilelik tatilinin uzatılması", "eşit işe eşit ücret" gibi talepleri tartışıyorlardı.Biz aydınlar hep aynı düşüncedeydik: Demokrasi ve özgürlüğe geçiş sancılarıydı bu tür vakalar! Abartmaya gerek yoktu.Hepimiz "ana çelişki" üzerinde duruyorduk; öncelikle dışa bağımlılık ve ekonomik krizden kurtulmalıydık. REFERANDUM OYUNUÜç ay önce Humeyni, Paris'te komünistler de dahil olmak üzere her görüşün rahatça örgütleneceği bir demokrasiden, özgürlükten bahsederken, şimdi tüm solcu, milliyetçi ve liberalleri İslam düşmanı ilan etmişti.Bu sözler üzerine ilk protestomuzu yaptık. Mitingimize bir milyonu aşkın insan geldi.Mollaların en iyi siyasi stratejileriydi; işlerine gelmediği zaman hemen gündemi değiştiriyorlardı. Referandum meselesini gündeme getirdiler. Halka soracaklardı: "İslam Cumhuriyeti'ni istiyor musunuz, istemiyor musunuz?"Kuşkusuz bu bir oyundu; halkın yüzde 65'inin okuryazar olmadığı bir ülkede kim ne anlardı cumhuriyetten?Yapılan propaganda belliydi; dediler ki: "İslam'a evet mi, hayır mı diyorsunuz?"Biz bu oyunu biliyorduk ama şöyle düşünüyorduk: "Önemli olan cumhuriyettir; serbest seçimlerdir; demokratik haklardır; özgürlüklerdir. İslam Cumhuriyeti bunu sağlayacaksa neden karşı çıkalım?"Ancak bazı küçük kesimler bu oyuna gelmemek için referandumu boykot ettiler. Sonuçta, "evet" diyen 20 milyon, "hayır" diyen ise sadece 140 bindi.Mollalar bu referandum sonucunu çok iyi kullandılar. Güya tüm ülke yaptıklarını onaylıyordu. Artık televizyondan sonra basın da ellerine geçmişti. Sanki tüm muhaliflerin sayısı 140 bin kişi gibi gösterdiler. Halbuki 20 milyon içinde bizim oyumuz da vardı. Ama artık bizim sesimizin çıkmasına izin verilmiyordu.HALKI ANLAYAMADIKMollalar güçlendikçe saldırganlaştılar.Örneğin, tirajı bir milyon olan liberal "Ayendegan" Gazetesi'ni kapattırdılar. Sıra sonra "Keyhan" Gazetesi'ne geldi; muhalif yazarların işten çıkarılmasını sağladılar.Tüm bu olanları protesto etmek için mitingler düzenlemeye başladık. Ama iş işten geçmişti artık; insanlar yılmıştı, korkuyordu. Özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık için ayaklanan halkın, bu kadar kısa sürede değişeceğini düşünememiştik.Sanmıştık ki, mollaların gerici yasalarına/kurallarına halk karşı çıkacak. Halbuki tersi oldu; mollalar yasak, sansür getirdikçe arkalarından gidenlerin sayısı arttı.Örtünmek moda oldu!Tüm bunlara "gelip geçici bir fırtına" diye bakmak ne büyük yanılgıydı.Komünistlerden, solculardan, demokratlardan, milliyetçilerden sonra liberal İslamcılar da zamanla mollaların hedefi oldu. Şah döneminden daha çok insan cezaevlerine konuldu; idam edildi.Milyonlarca insan canını kurtarmak için yurtdışına kaçtı.Kaçanlardan biri de bendim.Umarım bizim hatalarımızdan birileri ders çıkarır. (Not: Bu metin, Bahman Nirumand'ın "İran" kitabından derlenmiştir.)Türkiye'nin İran benzerliği çok şaşırtıcı
ÖNCE bir tespit yapalım:Diyorlar ki, "Türkiye, İran'a benzemez!"Yanılıyorlar.Bu nedenle gelin önce kısa bir tarih yolculuğu yapalım:19. yüzyılda İngiltere'nin Osmanlı Devleti gibi İran üzerinde de nüfuzu vardı.İki ülke de tarım ülkesiydi.20. yüzyıl başında, -İran 1906; Osmanlı 1908- askerlerin bastırmasıyla iki ülkede de meşrutiyet ilan edildi. Her iki ülke 1920'lerde yeni liderleriyle yönetildi:İran'da subay Rıza Han (Pehlevi), "ormancılar ayaklanmasını" bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etti.Türkiye'nin lideri ise iç ve dış düşmanları yenen Mustafa Kemal Atatürk'tü.Her iki lider de ülkelerinin tarihlerinde görülmedik boyutlarda, modernleşme ve reform politikalarını uygulamaya koydu. Ülkelerini eğitim sisteminden hukuk sistemine kadar laikleştirmeye çalıştılar. Kılıf kıyafet devrimi yaptılar. Bu reformlara her iki ülkede de karşı çıkan pek olmadı; sayıları az olmakla birlikte muhalif olanlar da çok ağır cezalara çaptırıldı.İran 1940'ta, Türkiye 1946 yılında parlamenter demokrasiye geçti.İran'da 1951'de, Türkiye'de 1960'ta "milliyetçi/ulusalcı solcu" askerler darbe yaptı.İran'da başta petrol olmak üzere millileştirmeler yaşanırken, Türkiye de dışa açıldı, yabancı sermayeyi kabul etti.CIA, İran'daki darbeci Musaddık'ı yıktı. Yerine tekrar Şah Rıza Pehlevi'yi getirdi. Şah bütün partileri kapattı, liderlerini hapsetti.Türkiye, 1961'de demokrasiye döndü, seçimler yapıldı.1960'lı yıllar, her iki ülkede de sol, milliyetçi ve İslamcı hareketin ivme kazandığı dönem oldu. Aynı dönemde her iki ülkenin siyasi ve iktisadi olarak dışa bağımlılığı arttı. ABD "abi" rolündeydi. Düşman ise komünizmdi.Her iki ülke de solcularını ezmek, yok etmek için her yola başvurdu. Devlet güçleri, sola karşı diğer güçlerle ittifak yaptı.Sol muhalefetin ezildiği dönemde İslamcı hareketler güçlendi.YEŞİL KUŞAK PROJESİBurada meseleye daha geniş açıdan bakıp, 1970'li yılların son dönemini bir hatırlayalım.Sovyetler Birliği, Afganistan'a girmişti.ABD'nin kontrolündeki Şah, İran'ı terk etmişti. Türkiye'de büyük bir sol dalga vardı.Soğuk Savaş döneminde siz ABD'nin yerinde olsanız ne yaparsınız?İran'da Sovyetler Birliği yanlısı solculara karşı mollaları desteklediler.Türkiye'de 12 Eylül 1980 askeri darbesini yaptırıp, İslamcıları kuvvetlendirerek solu ezdirdiler.ABD, Şah'tan umudunu kesince mollaları destekledi. İran'da mollaları yok etmek isteyen askerlerin elini kolunu bağladı.Şah Rıza Pehlevi, ölmeden birkaç hafta önce, "Amerika ve İngiltere yerine muhalefeti yok etmek isteyen askerleri dinleseydim, ülkeyi terk etmek zorunda kalmazdım" diye açıklama yaptı.ABD, Sovyetler Birliği'ni İslam ülkeleriyle kuşatıp içindeki İslamcı halkları ayaklandırarak yıkacağını hesaplıyordu.Bu nedenle İranlı subaylara hep engel oldu.Örneğin: Şah gittikten sonra, ülkenin başında kalan sosyal demokrat Başbakan Bahtiyar "İslam Cumhuriyeti'ne izin vermeyeceğim" diyordu.Genelkurmay Başkanı Karabagi, Bahtiyar'ı destekliyordu.Bahtiyar, ABD ve İngiltere'ye danıştı. Tabii ki destek alamadı.Mollalar şanslıydı; dünya siyasal konjonktürü onların lehineydi.Sonunda Humeyni, Tahran'a geldi. Yerleştiği "Refah Okulu"nda, liberal-İslamcı Mehdi Bazargan'ı Başbakan ilan ettiğini açıkladı. ABD ve Avrupa bu "ılımlı İslamcı" atamadan mutlu oldu.Ancak mollalar güçlendikçe iktidara yerleşti.Son hedefleri, halkın oylarıyla Cumhurbaşkanı olan liberal Müslüman Beni Sadr idi.Askerler bu kez Beni Sadr'ın imdadına yetiştiler; darbe yapabileceklerini söylediler. Sadr darbe istemedi ve yurtdışına kaçmak zorunda kaldı.Mollalar iktidara yerleşti. "Ilımlı İslam" istemiyorlardı!DESTEK ESNAFTANİran tarihine bakıldığında, mollaların devlete karşı ayaklandığı görülmemişti. Sadece 1963'te Şah, mali kaynaklarını yok ettiği için ilk protesto eylemini gerçekleştirmişlerdi. Bu nedenle Humeyni, Türkiye'ye sürgüne gönderilmişti.Durum aslında bizim Nakşibendiler'e benziyor, onlar da hep devletin yanında olmuşlardı. Neyse...Türkiye'deki İslami hareketler ile İran'daki mollaları destekleyen güçler arasında benzerlikler var mıydı?Yapısal farklılıklar olsa da taban aynıydı:Mollaların ülke içinde en büyük destekçisi, iç ticaretin üçte ikisini, ihracatın üçte birini elinde tutan ve geleneksel değerlerin savunucusu Bazar esnafıydı. Mollalar ayrıca liberal-burjuva çevrelerinden de destek gördü. Bunun sebebi, özerklik için harekete geçen Azeri, Kürt, Beluciler gibi etnik unsurların başlarının hemen ezilmesi talebiydi.Ve tabii, din adamlarının siyasal örgütlenme gücünün en büyük dayanağı ise, cami komiteleriyle girdikleri yoksul mahallelerdi. Camiler cihat birliklerinin hücre evleriydi. Kısa bir süre öncesinin solcu varoş mahallelerinin yoksulları akın akın mollaların arkasından yürüyordu artık.Şimdi tekrar başa dönüp soralım: Türkiye, İran'a benziyor mu? B(Bu yazı Soner Yalçın 'ın 23.09.2007 tarihli Hürriyette yayımlanan yazısıdır.)

Soner Yalçın 'ın bu yazısını okurken aklıma bir fıkra geldi. Adamın biri bir kurbağayı haşlayıp yemek istemiş, atmış kurbağayı kaynar suya. Ayakları kaynar suya değer değmez sıçramış çıkmış bizim kurbağa kaynar kazandan. Adam bir daha denemiş, nafile, kurbağacık yine sıçramış çıkmış. Adam çaresiz, düşünürken biri akıl vermiş. Adam atmış kurbağayı soğuk suyun içine,başlamış alttan ısıtmaya. Bizim kurbağanın keyfine diyecek yok.Su ısındıkça bizimki bir rahatlamış bir gevşemiş, yata yata haşlanmış suyun içinde. Erbakan Hocalarının hamlelerinden sonra birileri akıl mı verdi bu iktidardakilere, ne dersiniz?

Tuesday, December 4, 2007

TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEMOKRATİK LAİK SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİDİR.

"Türkiye Cumhuriyeti,.........................demokratik,laik ve sosyal bir hukuk devletidir. " der,Anayasamızın 2. maddesi.Güzeeeeelll...Peki nasıl demokratik olunur, nedir laik olmak?Öyle Anyasada yazmakla olunuyor mu ki demokratik ve laik?Türkiye demokratik ve laik bir Cumhuriyet ise ben nerede yaşıyorum, izlediğim TV kanalları, okuduğum gazeteler hangi ülkenin?Bu konuşan C.Başkanı ve Başbakan hangi ülkenin liderleri?Gazeteleri ve TVleri referans alırsak, Cumhurbaşkanımız buyurmuş,Türbana izin verecek bir YÖK başkanı atayacağım.Tanrım gözlerime ve kulaklarıma inanmak istemiyorum.Hadi demokrasi izin verdi, hadi laiklikte izin verdi diyelim,hukuk izin vermiyor hukuk!Demokrasi ve laikliği istediğiniz gibi keyfinize göre yorumluyorsunuz da, yargı kararlarını nasıl ters yüz edeceksiniz.Bu konu da Danıştay ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 'nin kararları varken, o nasıl bir YÖK Başkanı olacak ki, Üniversitelerde türbana izin verecek?NASIL?Anayasaya hüküm mü koyacaksınız?Öyle mi?Var mı hakkınız?Adı üzerinde Anayasa, eski adıyla kanun-i Esasi. Anayasa neden vardır, herkes keyfine göre değiştirsin, delsin geçsin diye mi? Anayasa iktidarın sınırlarını çizer.Ona derki, bu devlet "demokratik, laik ve sosyal bir HUKUK devletidir" Sen iktidarını kullanırken bu sınırlar içinde kullanacaksın, rejimin bu özelliklerini kabul edeceksin, bunlara riayet edeceksin. Bu millet size"Demokratik, laik ve sosyal bir HUKUK devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni yönetmek için yetki verdi, yoksa alın bu ülke sizin, beğenmezseniz rejimini de değiştirirsiniz , istediğiniz gibi yönetin demedi. Sınırlarınız çizili, bu sınırlarınızın dışına çıkamazsınız, sınırlarınızı genişletemezsiniz. Sınırlarına uymayan, sınırları genişletmeye çalışan iktidar, ruhsata aykırı yapılmış bir bina gibi yıkılmaya mahkumdur.Anayasayı değiştirmek sadece sayısal çoğunluğa sahip olmakla olacak bir şey değildir.


Demokratik laik ve sosyal hukuk devletinin başbakanı yargı kararlarına karşı yorum yapıyor"Beyler bu sizin bileceğiniz iş değil, ulemaya sorun!


Demokratik Laik ve sosyal hukuk devletinin meclis başkanı"Dindar Cumhurbaşkanı seçeceğiz"diyor.


Demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin Cumhurbaşkanı"Türbana izin veren YÖK Başkanı seçeceğim"diyor.

Cumhurbaşkanının atadığı YÖK Başkanı da"“Onların savlarını biliyorum. Bunlar, üniversitenin dışında konmuş yasaklardır. Mahkemelerle ilgilidir. Bu bakış meselesidir. Öyle bir kural olabilir. Ama siz onu önemli görmeyebilirsiniz, bir sürü insanı rahat ettirirsiniz. Biz öyle bir sonucun çıkacağını ümit ediyoruz” diyor.


Demokrasi iki ucu keskin bıçak!Dönüp kendini bıçakladı, demokrasi kuralları gereği yapılan bir seçimle demokrasiyi amaç değil araç olarak gören,laikliği ters yüz eden, sosyal devleti vatandaşa sadaka vermek olarak algılayan, yargının yasaları değil ulemanın görüşlerini referans alması gerekliliğine inanan ve rektörlerin yargı kararlarını görmezden gelerek türban sorununu çözebileceğini düşünen bir zihniyet iktidar oldu. Demokrasi aracıyla demokrasiye inanmayan, geçmişte bunu açıkça söyleyen şimdi de her türlü eylem ve söylemleriyle ortayakoyan şahısları iktidara taşıdık. Ağlasak mı gülsek mi?Ne diyeceğiz, demokrasinin kestiği parmak acımaz mı?Acıyor, benim canım çok acıyor.Dünyada hiç bir demokratik ülkede demokrasi karşıtı güçlerin iktidarı ele geçirmesine göz yumulmaz. Demokrasi demokrasiyi ortadan kaldırmaya araç olmaz, olamaaaaaaz!